Bizim lise
Mülkiye'de doktoraya yeni başlamıştım. Lisans ve yüksek lisans yaparken de ders aldığım egzantrik siyaset bilimi hocasının verdiği "Laiklik" başlıklı dersin ilk günüydü.
Sınıf, topu topu beş kişiydi. Bizleri tek tek tanımak için sorduğu soru: "Hangi liseden mezunsunuz?" sorusuydu. "Hangi fakülteden?" veya "Master nereden?" sorusu değil, "Hangi lise?". En son sıra bana gelmişti. Benden önce sayılan Robert Kolej, St. Benoit, TED Koleji cinsinden okullara, hocanın tebessüm ederek verdiği mukabeleden, başıma gelecekleri hissetmiştim. Ben mezun olduğum liseyi söylediğimde, hocanın suratı birden değişti. öfkeyle ağzından çıkan ilk cümle, "Senin burada ne işin var?" sorusu oldu. İnsanın kendisini zenci veya yaratık hissetmesi gibi bir durum. O gün, okuduğum lisenin sıraları ile Mülkiye'deki doktora sınıfı arasında kapatılması çok güç bir mesafeyi aştığımı öğrenmiş oldum...
Mezun olduğum liseyle her zaman gurur duydum. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın da gurur duyduğundan eminim. İkimiz de aynı liseden, Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi'nden mezunuz. Benden epeyce eski, ama aynı binada ders dinlediğimizi, aynı spor salonunda beden eğitimi dersine çıktığımızı, kapıda aynı kontrollerden geçtiğimizi bilmek, uzaktan tanıdık biriyle karşılaşmak gibi geliyor insana.
Bizim lisemiz gerçekten iftihar edilecek liselerden biridir.
Sırtını Ankara'nın en kıdemli gecekondu mahallesi olan Yenidoğan'a vermiş, çinçin'e komşu, önünde nispeten modern şehir hayatına yakın duran örnek Mahallesi'nin uzandığı bu okul, bizim zamanımızda çevresinde sürmekte olan hayatın ta kendisiydi. Sınıftaki arkadaşlarımın büyük kısmı, Ankara'ya yeni yeni tutunmaya çalışan, köyden yeni göç etmiş ailelerin çocuklarıydı. Aramızda tek tük "iyi aile çocukları" da bulunurdu. Ama sabahtan akşama kadar teneffüs ettiğimiz hava tam anlamıyla arabeskti. Okul takımımız, liseler arası turnuvaların yıldızıydı. Anıttepe'de veya 19 Mayıs sahalarında yaptığımız her maç kavga ile biterdi. Bizim lisemiz, insanı bir meslek veya bir kariyerden önce, doğrudan hayata hazırlardı. Bir insanın hayatta başına gelebilecek en büyük mucizenin iyi bir öğretmenle karşılaşmak olduğunu hiç birimiz bilmiyorduk. Başta müdürümüz olmak üzere, ders aldığımız hocalarımızın tamamı kendilerini bir şeyler öğretmekten ziyade disiplin sağlamaktan sorumlu addederlerdi.
Mezun olduğum liseyi küçümseyen hocadan aldığım dersi, yani "Laiklik" dersini doktora düzeyinde uzun yıllar ben de verdim. Sosyalizm, ezilen sınıfların başkaldırması için değil, seçkin sınıfların topluma yol göstermesi için icat edilmişti. Dünyanın en eşitlikçi toplumunu kursak, "öncü sosyalistler"imiz, "gerçek sosyalizm" için kan dökmeye devam edecekti. Tıpkı seçim sandığının ve halkın oyları ile belirlenen iktidarın lüzumsuz ve ihmal edilebilir bir ayrıntı olarak kabul edildiği ve seçkinlerimiz tarafından savunulan "gerçek demokrasi"de olduğu gibi.
Tarih boyunca seçkinlerimiz, ellerinde tuttukları devlet iktidarı ile halk arasına derin duvarlar örmüşlerdi. Alafranga âdetlerden, aydınlanmacı ve aydınlatmacı "öncü" misyonlarına kadar zihinlerde inşa edilen bu duvarları, seçim sandıkları yerle bir etti. Bu sefer laiklik, dünya çapında üstlendiği sosyal barışı sürdürme görevini bizim ülkemizde terk etti, demokratik yönetim içinde halk ile devlet arasına aşılmaz yepyeni bir duvara dönüştü. Şimdilerde "Halk neden yönetemez" hükmünün gerekçesi bu duvardan ibaret.
Bizim lise, laiklikten önce de bu duvarın elle tutulacak kadar hissedildiği yerlerden biriydi. çünkü bizler kimimizin toslayarak durduğu, kimimizin atlayarak geçtiği duvarın soyut karşılığını değil kendisini biliyorduk. Benim doktora yaparken laiklik dersine toslamam gibi. En iyi duvar ustalarının aramızdan çıkması bu yüzden tesadüf değil. üstelik duvarı yıkmak için de ustalık gerekli.
Duvar, sadece bir duvar. Ne bir anayasal prensip ne de hukukî bir standart. Sadece seçkinleri halktan koruyan bir duvar. Tarih, hep bu duvarların yıkılışı ile ileri gitmiyor mu?