Yeni Anayasada Eşitlik 2
Bir önceki yazımızı şöyle bitirmiştik: “İslâm’ın insana sunduğu bu kanun önünde eşitlik ilkesi nimeti, doğrusu çok yakın zamanlara kadar dünyanın en önemli sorunlarından biri olmuş, hatta 20. asrın başlarında, insan hakları bildirgelerine girmesine rağmen, uygulamada geçerlilik sağlanamamıştır.
Yazı uzadı biraz. Örnekleri önümüzdeki yazıda görelim mi?”
Evet, şimdi görelim.
Daha düne kadar Kuzey Afrika'da ve Amerika'da zenci-beyaz çatışmaları sürerken, hatta bugün dahi üstü örtülü devam ederken, İslâm daha başlangıcında, peygamberimizin ifadesiyle, "Habeşli bir zenci"ye bile devlet başkanı veya başka bir idareci olma fırsatı veriyor ve yasal zeminde kaldıkça ona itaatı emrediyordu.
Bugün bile insan hakları evrensel beyannamesine imza atmış birçok ülkeler, birçok sorunun, zulmün, kan ve gözyaşının kaynağını oluşturmaktadır.
Eşitlik esasının bir başka boyutu da, az önce anlatıldığı gibi yöneten ve yönetilenlerin kanun önünde eşit olmalarıdır.
Şer'i düzenlemeler, buradaki emir ve yasaklar herkese uygulanır. İdareciye bakış açısı şöyledir: O, mü'minlerden biridir. Mü'minlere helâl kılınanlar, O'na da helâl, haram kılınanlar O'na da haramdır.
Öyleyse yönetenin yaptığı işler eleştirilebilir, onlardan dolayı sorumlu tutulabilir veya muhalefet edilebilir.
Yöneticiler, dinimizin yüklediği bir görev olarak yöneten veya yönetilen bütün mü'minlerin birbiriyle öğütleşme, hakkı ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyma sorumluluklarını benimseyip kabul etmelidir.
Bu anlayışın çağdaş anlayışlardan artısı var, eksiği yok. Öyleyse neden istifade edilmeyecektir?
Sonuçta şu gerçeği tekrar söyleyelim: Türkiye yeni bir anayasa yaparken İslam’ın getirdiği ölümsüz ilkelere dikkat etmelidir. Buna göre bırakın başka bürokratları, Cumhurbaşkanı bile dokunulmazlık zırhına büründürülmemeli, hukuk önünde herkes gibi hesap vermelidir.
Artık hiç kimse hesap sorulduğunda toplumla alay eder gibi “verdimse ben verdim, kime ne?” deme cüretini gösterememelidir.
O hesap vermeyecekse, başkası niye versin ki?
“Efendim, bir daha seçilmemek hesap olarak ona yeter” demek, kanunda yazılı kimi suçların kimilerine uygulanmaması demektir.
Olacak şey mi yani?
Bunu ne akıl kabul eder, ne mantık. Bunun ne vicdanda yeri vardır, ne de dinde. Bir yasadan bunlar çekildiğinde ne kalır geriye?
Evet, bir yasadan bunlar çekildiğinde yok hükmünde kalır. Gönülsüz uygulamalar, uyma ve boyun eğmeler, ancak dikta ve zulüm getirir.
Öyleyse bu zamana kadar yaptığımız bu hata ile yüzleşmemiz gerekir. Bu hata ne hukuk ilminde savunulabilir, ne sosyolojide, ne de psikoloji ile. Çaresi yok, bu milletin dini ile barışmak ve onu olması gereken yere koymak gerekir.
İşte bu yüzden bir önceki yazımızda “Yeni bir anayasa yapılırken örnek almak, faydalanmak için batıdan birçok ülkelerin anayasalarına bakılacaktır hiç şüphesiz. Acaba doğudan bazı ülkelerin anayasalarına bakılacak mıdır aynı amaçla?” diye meselenin can damarına parmak basmıştık.
Yeni bir anayasa yapılırken her yere bakılabilir, ama kendimize bakılamaz oluşu, kanımızı donduracak kadar kendimize yabancılaşma gerçeğinin, aklımızı, fikrimizi, kısaca her şeyimizi yabancılara teslim edişimizin kabullenilemez çok açık ve korkunç bir göstergesi değil midir?
Kendi tarih, kültür ve medeniyetimize, bu arada kendi kadim kanunlarımıza bakmanın adına irtica denmesi nasıl bir aymazlıktır?
Acaba model olarak kendilerine baktığımız yerlerdeki hukukçular ve yöneticiler böyle mi yapmışlardır? Yani kadim kanunlarını çöp sepetine atarak ondan bir daha asla faydalanmayı hiç düşünmemişler midir?
Buna kim evet diyebilir?
Öyleyse biz aklımızı peynir ekmekle mi yedik?
Değilse, neden böyle?
Neden bu eski din, medeniyet ve kanunlarımıza düşmanlık?
İslam’dan bu kaçış niye?
İslam’ın getirdikleri ile çağdaş kabullenimler arasında çok mu zıtlıklar var?
Bunu, papağanvari tekrarlanan birkaç boş sloganların dışında ilmi mukayeseler ile tespit ederek gösterebilecek kaç hukukçu yetiştirdi Cumhuriyet tarihinde bunca Hukuk Fakültelerimiz?
Bana onca prof. veya doç’un bir tek kitabını gösterebilir misiniz?
Artık masal okumayı bırakarak gerçekleri görelim.
Gerçek şu ki en büyük felaket beyinlerin işgalidir. Beynini bağımsızlaştıramamışların siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları asla gerçekleşemez.
Geriye doğru bir bakın isterseniz!
Fakat gerçeklere cevabı olmayan şarlatanlar laf ebeliği yaparak, “biz geriye değil, ileriye bakarız” derlese hiç şaşmam.
Bu da onların seviyesi…