“Çin” uyandı mı?.. (1)
Bizler Çin ve Çinliyi en çok, Orta Asya’daki Türklerle yaptıkları savaşlardan, bu sebeple inşaa etmek zorunda kaldıkları “Büyük Duvar”dan (bunu söylerken “neymiş bizim dedelerimiz, nasıl canlarına okumuştuk ama” diye de gururlanırız yani!), nüfuslarının fazlalığından, barutu bulmalarından, ipeği dünyaya tanıtmalarından, kendilerine özgü müzikten, bir de o klasik, herkesin bildiği açık huni şeklindeki şapkaları, zeki, gizemli bakışları (bu bakışlar bende, altında hep bir hinlik yattığı şüphesini uyandırır nedense), ince, muzip gülümsemeleri ve çenesinin altında birleştirilmiş iki elle selam veren imajlarından tanırdık.
1970’lerin ortaları idi. Her zamanki gibi olağan vasıtalarla (şehir hatları vapuru) fakülteye (Cerrahpaşa Tıp) gidip gelirken Karaköy iskelesinin köşesindeki küçük kitapçıda “Çin Uyanıyor” adlı bir kitap gözüme takılmıştı. İçine bakmamıştım ama Mao ve Komünizmle, bir ilerleme kaydettiklerine dair konuların işlendiğinin kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyordum! Düşünüyordum diyorum, çünkü o zamanlar öyle herhangi bir yerden alınan, içinde zararlı fikirlerin olabileceği, zaten ne yazdığını önceden bildiğimiz(!) bu tip kitaplara (komünizmi öven, Marks’tan, Lenin’den ya da Çin söz konusu olunca, tabii ki Mao’dan bahseden, dinsizliği işleyen!) pek yaklaşmazdık. Bizim için tabelasıyla peşinen “sağlam” olduğunu vurgulayan(!), bazen okul çıkışı Coğaloğlu üzerinden Eminönü’ne doğru yürürken önünden geçtiğimiz Bedir Yayınevi’nden kitap seçmek (örneğin; Kadir Mısıroğlu’nun, Necip Fazıl’ın, Hekimoğlu İsmail’in kitapları vb.) çok daha güvenli idi.
Kitabın içine bakmamıştım. “Nasılsa bilinen şeyleri yazıyor” diye düşünmüştüm ama “Hakikaten Çin uyanıyor mu” diye içten içe merak etmemiş de değildim. Merak etmenin de ötesinde, bizler komünizmin çökmesini, Sovyetlerin yok olmasını beklerken “bu uyanış da neyin nesi oluyor” diye kendime sorup durmuştum. Doğrusu, bir başka versiyonu da olsa bu muhtemel komünist uyanış, tedirgin etmişti beni... Neyse, bir müddet sonra Sovyetler dağıldı, bayağı rahatladık ama Çin hâlâ bizim için kapalı bir kutu idi!
Her komünist ülke gibi (Türkiye Cumhuriyeti komünist değildi ama bu açıdan onlara çok bezmiyordu ve hâlâ benziyoruz!) ulusal günlerinde, bitmez tükenmez askerî-resmi geçitlerle bizlere ve dünyaya gözdağı veriyorlardı. Ben “Bu silahlar Rus tipi; gövdesi var etkinliği yok cinsinden bir şeyler, çok da mühim değil” diyordum ama aynı zamanda, kitabın başlığına uygun olarak “Ya bir de ekonomileri çok iyi giderse?” diye endişeli sorular sormaktan da kendimi alamıyordum...
Öyle ya; bir zamanlar “Çin işi Japon işi” deyip dalga geçtiğimiz iki ülkeden biri olan Japonya, ekonomik anlamda dünya devi olmaya adaylığını koymuş (Bu, o zamanlar içindi. Şimdilerde zaten dev) ve artık herkes, bırakınız aşağılamayı, kalite ve güven açısından özellikle Japon malı arar olmuş ise onca nüfusu, kapalı rejimi, geniş toprakları, ne düşündüğü, ne hissettiği, ne yapacağı pek de kestirilemeyen yüz ifadeleriyle Çinli de aynı başarıyı gösterirse ne olacaktı?!..
Yıllar sonra, Çine Koka Kola’nın girdiğini, Mc Donalds’ın dükkânlarının açıldığını, Mao’nun o klasik, gömlek yakalı tek tip elbisesini giyme zorunluluğunun kaldırıldığını ve moda evlerinin kurulduğunu filan duyduğumuzda rahatladık! Çünkü bu şirketler, yani Amerika içeri girdikten sonra Çin’in bizler için, Müslümanlar için, hatta dünya için bir tehlike oluşturamayacağına inanıyorduk. Öyle ya; söz konusu olan, artık o bildiğimiz Mao’yla özdeşleşmiş klasik Çin ve Çinli değil, bir ölçüde Amerika ve Amerikalılaşmış, yani başkalaşıma uğramış Çin ve Çinli idi. Yani artık uyansa da en azından ideolojik anlamda öyle ciddi bir tehlike söz konusu olmayacaktı bizler için!..
...Yıl 2010, doğru, ideolojik anlamda, Mao’dan ve komünizmden yana gerçekten herhangi bir tehlike(!) kalmadı, Ama ekonomik anlamda malum tekerleme (Çin işi Japon işi...) ve hissettirdikleri geçerliliğini koruyor. Hatta korumanın da ötesinde dünyanın hemen her köşesinde, her alana, her insana, her topluma, her ekonomiye tabir-i caizse saldırıyor.
...Şangay’dayız. Şehir, Çin’in ve Asya kıtasının güneydoğusunda, büyük Okyanus yakınında bir yerde. Nüfusu kimine göre 17 milyon, kimine göre de 14 milyon (Çin’in toplam nüfusunun ne olduğuna dair de kesin bir sayı yok zaten!). Başkent Pekin ile birlikte ülkenin en büyük üç şehrinden biri. Hemen her konuda Pekin’le karşılaştırılıyor. Ama bana göre fiziki görünümüyle, yaşantısıyla, içinden geçen büyük nehirle, deniz ticaretiyle Pekin Ankara ise, Şangay İstanbul. Çin’in Batılı yüzü yani.
Havaalanı uluslararası ölçekte orta büyüklükte sayılabilir. İklimi yarı tropikal denebilecek nemli ve yağışlı. Havaalanı binasından çıktığınızda rutubeti yüzünüzde hissediyorsunuz. Önceden aldığımız hava tahmin raporunda güneşli denmesine rağmen kaldığımız iki gün boyunca “güneşin yüzünü görmedik” desek yeridir. Sadece Şangay’da değil, Pekin’de de öyle. Otel odalarında terlik havlu vs. gibi ihtiyaç duyulan eşyaların yanında müşteriler için şemsiye de mevcut.
Ticaret, alışveriş anlamında Şangay (Pekin de öyle, hatta daha kötü) son derece güvensiz bir yer. Daha havaalanında taksiye binerken kazıklama işlemleri ya da çabaları başlıyor. Her an, aklınıza-hayalinize gelmeyecek bir numaraya kurban gitmeniz, yüzlerindeki o yalancı samimiyete inanmanız ve bir yerine on vermeniz mümkün. Yabancı dil bilen neredeyse sıfır. Durum Pekin’de de aynı. Bu kadar gelişmiş modern görünümlü bir şehirde ya da olimpiyat yapılmış bir başkentte taksi şoförlerinin tek kelime İngilizce bilmemesi, mesela “airport” ya da “stop” dediğinizde bile aval aval yüzünüze bakması, inanılır gibi değil.
İşin zorluğu o kadar da değil. Bunu bir millet için söylemek, belki çok doğru olmayacak ama derin bir “algılama problemleri” var... Çin’de kaldığım 7 gün sonunda vardığım kanaat şudur ki; bizim çok parlak (biraz da şeytani) bir zekâya sahip olduğunu düşündüğümüz, bakışlarının arkasında, dilinin altında çok şey var zannettiğimiz Çinlinin aklı komünizmle birlikte dumura uğramış. Evet, komünizm tarihte önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bu milletin pratik zekâsını alıp götürmüş, algısını yok etmiş maalesef...
Şangay’da gece hayatı çok ışıltılı ama sabah 07.30’de caddeler hâlâ boş. Gökdelenler, günlük yaşam, marka mağazalar ve şehrin ortasından geçen büyük nehrin bir yakasından karşı kıyının görünümü Menhetın’ı andırıyor; ancak New York’un sabah saat 05.00’de başlayan o müthiş canlılığından eser yok.
Trafik sorunu yer üstünde katlı yollarla çözülmüş. Belki şehir mimarisi açısından büyük handikap oluşturuyor ama iki katlı, hatta kavşak yakınlarında üç katlı yapılmış yollar, ulaşımı kolaylaştırıyor. Pekin bu açıdan, komünist rejimden kalan çok geniş caddelere rağmen tam bir felaket. Yağmur yağdığında yaya olarak 45 dakikada gidebileceğiniz yolu iki üç saatte alabiliyorsunuz. Hiç mübalağa etmiyorum, taksicilerin çoğu küçük abdestlerini yapmak için arabalarında lazımlık (plastik şişe) bulunduruyorlar.
Şangay mimari açıdan New York’a benziyor dedik ama insanların kültürel gelişmişliği hiç de öyle değil. Oysa Çin denince şahsen benim aklıma kültürel düzeyi yüksek bir ülke gelirdi. Çok pahalı markaların mağaza açtığı lüks bir caddede gezerken, yanınızdan uçuşan bir balgam ya da kolunuzdan-ayağınızdan çekiştiren bir seyyar satıcı görebiliyorsunuz. Yeşil ışıkta geçerken bir veya birkaç arabanın altında kalmanız çok mümkün.
Bırakınız yabancı dili, Çin’de halk arasında doğru dürüst okuma-yazma bilen bile yok neredeyse. Evet, belki aşağılayıcı bir ifade gibi görülüyor ama gerçek böyle. Asıl sebep; kanımca alfabeleri. Öğrendik ki; Çin alfabesinde 6000 karakter varmış. Bu karakterlerin her birinin kendine ait bir anlamı var. Yani bir karakter, çoğu zaman bir kelime gibi. Dolayısıyla tam bir okur-yazar olmak için bu karakterlerin her birini ayrı ayrı tanımak gerekiyor. Bu da bizim alfabede olduğu gibi ilkokul birinci sınıfa giden çocuğun 1-2 ayda her şeyi okuyabilmesine imkân tanıyan bir durum değil. Yıllar alıyor. Belki bir lise mezunu bile farklı konudaki bir metni okumakta güçlük çekebiliyor.
Mesela benim soyadımı ele alalım. Eğer siz “şimşek”i ifade eden karakteri biliyorsanız sorun yok; soyadımı okuyabiliyorsunuz ya da yazabiliyorsunuz. Ama bilmiyorsanız, iş kötü tabii; soyadsız kalıyorum. Yok, şayet biraz biliyor da “şimşek” ile “yıldırım” karakterlerini karıştırıyorsanız, o zaman durum daha da kötü. Çünkü ben “Şaban Şimşek” olmaktan çıkıyor, “Şaban Yıldırım” oluyorum!..
Bizim kullandığımız harfleri (Latin) ise hiç bilmiyorlar. Bu yüzden gitmek istediğiniz bir adres Latin harfleri ve Çin alfabesiyle ayrı ayrı yazılmış olsa da taksi şoförü, trafikçi ya da dükkânlara-mağazalara ait görevliler bunu okuyamıyor, anlayamıyor. Yani Çin’de bir yerden bir yere gitmek, adres bulmak, bir toplantıya yetişmek ve zamanında otele dönmek neredeyse imkânsız.
Kısmet olursa, Çin yazılarına haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.