Ekmeleddin Bey ve Sayın R.T.Erdoğan… Kişilik Analizleri (3)
Ben de Onlara, Boraltan Köprüsü’nde Milletimizin Şerefini Çalanları-Satanları Hatırlatırım!
(Ekmeleddin Bey)
“Özgüveni var mı? Var gibi ama yine de içten içe tedirgin. Kendinden ya da giriştiği işten çok da emin değil. Bir pot kırmaktan, zülf-ü yare dokunmaktan, yeni mahallesinin değerlerine ters düşmekten, önceki mahallesini de üzmekten çekiniyor. Kendisine verilen görevi, oynadığı sahnenin efektlerine uygun formda yapmaya gayret ediyor ama önceki mahallenin ezilmişliğini üzerinden atabilmiş değil. Tüm Kemalistlerde olan o “cumhuriyetin asıl sahibi olma” havası yok O’nda.
Kim ne derse desin dışarıya sakinlik, kibarlık, beyefendilik, makuliyet gibi yansıyan bu özelikler bahsettiğim (özür dileyerek yazmak durumundayım) biçare görüntüsüne şekil veriyor.”
(Tayyip Bey)
“Özgüven” deyince işte orada durmak lâzım. Eğer sözlüklere özgüveni tanımlamak için bir açıklama yapmak gerekiyorsa, bence karşısına “Recep Tayyip Erdoğan” yazın yeter. Hiç de mübalağa ya da bir okuyucumun yorumladığı gibi “ululaştırma” filan değil bu. Biz ululaştıranlardan değiliz çünkü. Onun zorda kaldığı durumları bir başka politikacı yaşasaydı çoktan güçlüye ram olmuş ya da Demirel gibi şapkasını alıp gitmişti bile. Sevin ya da sevmeyin, isterseniz içinizden “Ne baş belası adammış” da deyin ama kabullenmek gerekiyor ki hakikat budur. Evet, bu noktada tabir caizdir, söyleyelim: O yutulması güç bir “demir leblebi.” Özgüven konusunda eksiklik bir yana kanımca fazlası bile var Tayyip Bey’in! Bu da olumsuzluk olarak yansıyor etrafına ve sevimsiz yorumlara yol açıyor: Kaba, kibirli, haddini bilmez ve daha kötüleri. Aslında, özde hiç hak etmediği sıfatlar bunlar.
(Ekmeleddin Bey)
“Heyecanı var mI? Kesinlikle yok. Söylemek zorundayım ki donuk bir tip. “Bir olay karşısında aşırı derecede duygulanış nedeniyle fizyolojik değişimlere yol açan tepki; Organizmanın durgun ve olağan durumundan herhangi bir şekilde uzaklaşması hali; Coşku” diye tanımlanan heyecan hiçbir şekilde yok Ekmelettin Bey’de.
Muhakkak ki duygulanıyor ve bir takım fizyolojik değişimler oluyordur iç dünyasında. Ve bunlar seçime doğru daha da artacaktır ama coşkuya evrilen bir tarafı yok bunların. Zaten benim kastettiğim de işin bu yanı, yoksa kendini kaybetme, ellerde titreme, dilin tutulması filan değil.”
(Tayyip Bey)
Heyecan deyince aklıma hep, Van’daki ilk rektörümüz, değerli ağabeyimiz Prof.Dr.Seyid Mehmet Şen gelir… Bir zamanlar Çeçenistan’da mücahitler bir devlet kurma aşamasına gelmişlerdi. Liderleri TV’de yaptığı açıklamada, özellikle eğitime önem vereceklerini ve sistemi baştan aşağı değiştireceklerini söylüyordu. Bunu duyar duymaz, Seyid Hocanın öyle bir ayağa fırlayışı vardı ki yaşına ve kilosuna aldırmadan, görülmeye değerdi doğrusu. “Ya Şabancım, benim sistemi mutlaka oraya götürmeliyiz hem de derhal” diye haykırıvermişti; kulakları çınlasın (Ne yazık ki onun bu müthiş heyecanı ve bilgi birikimi, pek çoğu dostu olan bu iktidarın etkin isimlerince değerlendirilmedi, yazık) Aynı heyecanı R.T.Erdoğan’da da görmek mümkün. Ülkemiz için asırlık projeleri sunarken, mitinglerde halkla bütünleşirken, gazetelere, TV’lere söyleşi verirken bunu fark etmemek mümkün değil.
Bu yönüyle kıyaslandığında, şayet Ekmeleddin Bey durgun bir su ise R.T.Erdoğan da baharda (eğer tedbir alınmaz ve bir şekilde yavaşlatılmazsa etrafını yıkacak kadar) coşkun akan bir nehir misali.
(Ekmeleddin Bey)
“Devletin başı olmaya, lokomotif olmaya hazır mı? O bir lokomotif mi? Yani son 30 yılda bölgesel güç olma yolunda büyük ilerleme kaydeden Türkiye’yi dünya gücü olma yolunda daha da yukarılara taşıyabilecek bir Cumhurbaşkanı olmaya hazırlıklı mı? Bence değil. Hele hele milletin oylarıyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanlığı için hiç değil. “Anayasada ne yazılıysa odur” diyor… Yani mevcudu bir şekilde götürmeye talip. Oysa cumhurbaşkanlığının halkoyuyla seçilerek gelmesiyle oluşan defacto siyasi durumda bu tutum, bırakınız ülkeyi ileri taşımayı mevcut durumu dahi idame ettirmeye müsait değil.”
Bu durumda Ekmeleddin Bey, olsa olsa bu katarın daha çok sosyal demokratların uğradığı sosyal donatı vagonu olabilir. Yani bırakınız memleket katarını çekmeyi onu da çekecek bir lokomotif gerekiyor... Haa çekecekler, çekiştirecek olanlar yok mudur? Elbette vardır. Yoksa beş parti (Üçünün esamesini bilen var mı ki?... Neyse) niye bir araya gelsin de onu aday göstersin ki?!. Aslında bizim korkumuz da bu zaten… Bu haliyle onun adı 2.Ahmet Necdet Sezer’e çıkabilir.”
(Tayyip Bey)
“Böylesine bir adam memleket trenini nereye götürür” endişesine kapılanları da anlayışla karşılarım ama lokomotif olma konusunda üstüne adam olduğunu sanmıyorum Tayyip Bey’in. Partisini de çekiyor, ülkesini de, İslam dünyasını da. Zaten bir takım sıkıntılar da bu yüzden geliyor başına. Zira bu katarı neredeyse tek başına çekiyor! (‘tek adam’ olmakla suçlanmasının sebebi de bu.) Çok mu doğru bu? Bence değil. Bu “en güçlü” gibi görünen yanı, aynı zamanda onun en zayıf yönü! Unutmayalım sonuçta, bu dünyada o da bir fani.
Bu haliyle onun 2.A.Necdet Sezer olacağına hükmetmek akla ziyan. Şüphesiz, o devlet başkanı, yarı başkan ya da (olumlu veya olumsuz!) başka her ne olacaksa, mutlaka o şeyin birincisi olacaktır… Herhalde bu yönüyle o, geçmişte devlet yöneticilerimizin şiar edindiği “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” anlayışının günümüzdeki en önemli örneklerden biri. Bunu “devlet için değil de siyaset için, kişisel hırslarının tatmini için yapıyor” yorumunda bulunanlar da olabilir, onlara da saygı göstermek lazım ama nihayetinde bu onun kişiliğinin, karakterinin temeli: Dünyasında İkinciliğe yer yok.
(Ekmeleddin Bey)
“Konuşması-hitabı-takdimi iyi mi? Aslında cumhurbaşkanlığı için o kadar iyi bir konuşmacı olmak da gerekmez ama bir seçime girildiğine göre yine de aranmıyor değil. Ekmeletin Bey belki de hata yapmamak ya da polemiğe girmemek için az ve öz konuşmaya çalışıyor, lafı dolandırmıyor. Konuşmalarında konu bütünlüğü ve insicam yok değil. Belki sürprizlerle karşılaşacağınızı düşünüyorsunuz ama nerede duracağını, öyle çok derinlere inmeyeceğini de tahmin edebiliyorsunuz.
Cümleleri kısa olsa da konuşurken teklemiyor. Gereksiz hamaset dolu cümleler kullanmıyor, tumturaklı söylemlerde bulunmuyor. Kurduğu cümleleri anlaşılmaz değil. Söylediklerinin bir akıl süzgecinden geçtiği belli ama bu süzgeç kendisinin mi yoksa başka birilerinin mi, işte orası meçhul.”
(Tayyip Bey)
“Zaten o, konuşmasından kazanıyor. Diliyle milleti kandırıyor, seçimleri öyle alıyor” da diyebilirsiniz ama doğruya doğru, onun hitabet gücüne değil ulaşabilen yaklaşabilen başka bir siyasi aktör var mı bu memlekette?.. Eminim ki en hasımlarının dahi bu soruya (dile getirmeseler de içlerinden) verecekleri cevap “El hak yoktur” olacaktır... Tayyip Bey polemiğe girmekten çekinmek şöyle dursun onu tarz-i siyasetinin merkezine koyar ve bir şeyleri öne çıkarmak ya da unutturmak veya birilerini yüceltmek ya da gözden düşürmek için kullanır...
Konuşmalarında konu bütünlüğü, insicam mükemmele yakındır. Kendinizi konuşmasına kaptırdığınızda zaten aklınıza gelmez bunlar. Bir nevi ipnotize olmuş gibi olur; ya hayranlıkla dinler ya da nefret psikolojisiyle beyin damarlarınız kanla dolar, mimikleriniz gerilir, yüzüne öylece bakar zamandan, mekândan soyutlanırsınız. Evet, bazen konuşmanın dozunu kaçırır, derinlere dalar, nerede duracağı belli olmaz ama sonunda bir şekilde işi getirir ve kendi algoritmasında sağlam kazığa bağlar! Bu sebeple onu sevmeyen dostlara tavsiyem; TV başında iseniz hemen zaping yapın, meydanlarda iseniz derhal o mahalden uzaklaşın ki sinirleriniz daha fazla bozulmasın, nefretiniz depreşmesin, ona olan husumetiniz kan davasına dönüşmesin!!!
Cümleleri yeri geldiğinde uzun olabiliyor. Bunları sarf ederken asla teklemiyor, vurguları, ses tonu, gırtlağı olağanüstü. Bu manzaraya bakıp “Aah şu imam hatiplik” diyerek hayıflananlar da olabilir ama onlar için yapacak hiç bir şey yok maalesef! Geriye dönüp, hem de mahalle değiştirip o eğitimi almaları ne yazık ki imkânsız (pardon olanaklı değildir) artık!
Kullandığı süzgeç ise öz be öz kendi malı. Kimi omuzlarındaki dayanılmaz yükün ağırlığından kaynaklanıyor olsa da bazen “acaba bu söylediklerini gerçekten düşünerek, hesaplayarak, tartarak mı söylüyor” dediğiniz de olmuyor değil. Bunların önemli bir kısmının toplumumuz için yeni ve alışılmadık şeyler olması da sebep olabilir ama bence her zaman değil. Belki benim Sayın Başbakan’da eleştirdiğim bir nokta tam da burasıdır. Keşke ortak aklı yeterince işletse, yani söylediklerini kurumsal veya güvendiği bazı arkadaşlarının akıl süzgecinden geçirse... O zaman “Tek adam” ithamlarıyla karşı karşıya kalmaz, milletin bir kısmının zihninde “diktatör mü olacak?” endişesi de doğmazdı. Hem öyle olursa ben eminim ki daha geniş kitlelerin sevgisini ve takdirini kazanacak, Ak Parti’nin oy oranı da yüzde ellilerin çok üstüne çıkacak.
(Ekmeleddin Bey)
Belki “nasılsa onun adına politika yapanlar vardır” diyedir bilmiyorum ama bizatihi politika yapmıyor denilebilir. Bu yönüyle belki gönül kırmak, vicdanları yaralamak istemiyordur ama mesela Madımak’tan bahis derken Başbağlar’ı ağzına almaması, ya da dış politikada tarafsız kalma siyaseti adına Mısır’daki darbeye ve arkasından gelen yüzlerce idam kararına suskun kalması vicdan, hak ve adalet adına samimiyetinden şüphe uyandırıyor. Bu durumda kendi vicdanının sesini mi dinliyor yoksa CHP’nin malum politikalarının dışına mı çıkmak istemiyor sorusu akla geliyor. Bu tutum ilk bakışta izleyiciye verdiği güveni özde güvensizliğe dönüştürüyor.
(Tayyip Bey)
Her ne kadar kimilerince “Tayyip Bey iç politikada da dış politikada da her şeyi siyaset için yapıyor” dense de vicdan, hak ve adalet konusunda ben onun samimiyetinden şüphe etmiyorum. (Bugünlerde yapılan operasyonların mahiyeti başkadır. Eleştirenlere, onlarla kıyas bile edilemez ama -hiç içime sinmese de- Osmanlı’nın “ebet müddet” devlet için hanedanlıktaki oğul-kardeş infazlarını örnek gösteririm.) Yoksa karşı çıktığı, tabir-i caizse kelleyi koltuğa alıp ateşle oynadığı onca netameli işin altına bu kadar kolay nasıl girerdi? Bunlar, beğenelim ya da beğenmeyelim, doğru bulalım ya da bulmayalım kendi vicdanının sesi, kendi düşüncesi, kendi kararı.
(Ekmeleddin Bey)
Sonuç olarak… Bu durumda, diğerlerinde de olduğu gibi, Cumhurbaşkanı adayı olarak Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nu değerlendirirken “kişi olarak iyi tarafları olabilir ama bunlar devletin başı olmak için yeterli mi?” sorusunu sormak ve ona göre oy kullanmak gerekiyor tabii. Zira oturacağı koltuk minibüs direksiyonu değil cumhurbaşkanlığı koltuğu; devletin tepesi, yürütmenin başı ve başkumandanlık.
(Tayyip Bey)
Sonuç olarak… (Ekmeleddin Bey için kanaatimi yukarıda belirtmiştim.) Tayyip Bey’in cumhurbaşkanlığı için söyleyeceğim şey; belki biraz amiyane olacak ama tam anlamıyla “fazlası var eksiği yok”. Fazlası; küçük de olsa içten içe yaşadığım bir korku: o koltuğun Sayın Erdoğan’a dar gelmesi ve ihtiyari ya da gayri ihtiyari dışarı taşmaya meyletmesi!
Bir dava dostu olarak açık yüreklilikle ve cesaretle acıyı da söylemek durumundayım ki Sayın Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı koltuğundayken, hal-i hazırda mevcut bulunan ve o zaman oluşma ihtimali olan fazlalıklarından kurtulması gerekiyor. Ülke için Gordion’un düğümünü (aslında düğümlerini!) çözmek üzere gösterdiği-göstereceği kararlılık, kullandığı-kullanacağı keskin kılıç tamam ama ekonomik ve teknolojik kalkınmışlık yanında; adaletin gerçekten mülkün temeli olacağı, her kesimden insanın demokratik bir ortamda birlik, beraberlik ve huzur içerisinde, onurla yaşayacağı müreffeh bir Türkiye için bu şart.
Evet, Gerekiyorsa cerrahiyi uygulayalım; gangren olmuş kolu keselim, vücudu tehdit eden tümörü çıkaralım ama bunu yaparken dokuya saygılı olalım, etik kurallara uyalım ve her evrede saygı duyulan bir cerrah olalım. Kimse kusura bakmasın ama bunu söylemeden geçemem; sağlık hizmetine ömrünü vermiş bir cerrah olarak öğrendiğim ve öğrettiğim meslek ahlakı bu çünkü.
Şimdi de ilk makalemizdeki “üstüne bir de sütlü” dediğimiz konuya gelelim. Tayyip Bey’in zenginliği ya da iddia edilen hırsızlığı!
Peşinen söyleyeyim: Doğrusu ben bunlara fazla kulak asmıyorum. “Ama ayakkabı kutuları” diyenlere Kürt petrollerinin dünyaya satışında maruz bırakıldığı zorlukları, Türkiye’nin bu satıştan Amerika’ya rağmen (kanımca 17 Aralık sürecinin de asıl sebebi budur) aldığı payı, bu süreçte Halkbank’ın oynadığı rolü, Amerikanın gayri hukuki ambargosuna karşın İran ile yaptığımız ticareti ve bu alışverişlerdeki uluslararası bankaları kullanmadan (zaten kullandırmıyorlar!) yapılan ödeme şekillerini hatırlatırım. Dahası 1.A.Necdet Sezer(!) zamanındaki (hem de kendi mahallesinden ve kendini seçen başbakana) anayasa fırlatmaları ve bir gecede bu fakir milletin cebinden milyarlarca dolar hortumlamaları ve hortumlayanları hatırlatırım. (Sahi bu hortumcular kimin yanında şimdi? Ayakkabı kutularındaki, bu paraya göre devede kulak bile sayılmayacak 3-4 milyon doları ağızlarına pelesenk edenler bu milyar dolarlardan niçin hiç söz etmiyor? O paralar, bugün kimlerin cebinde? Ve bu kişiler cumhurbaşkanlığı yarışında kimi destekliyor?) Ve bir de bu ülkenin tarihini (diliyle, edebiyatıyla, kültürüyle, tapu kayıtlarıyla, Misak-ı Milli’siyle, Ege’de burnumuzun dibindeki adalarıyla…), insanlarımızın kimliğini, Boraltan köprüsünde milletimizin şerefini çalanları-satanları hatırlatırım. Buna hakkım var; kök aynı kök, ırmak aynı ırmak, köprü aynı köprü çünkü! Sadece isimler değişmiş.
Evet, yazı dizimiz burada sona eriyor; benden bu kadar. Değer veren verir, seven sever, (maalesef her fikir beyan edenin kaderinde olduğu gibi, mecazi anlamda söylüyorum) söven söver, (elinden gelen olursa da) döven döver.
Yeni cumhurbaşkanımızın insanımıza, ülkemize ve insanlığa iyilikler getirmesini diliyorum.
Hayırlı bayramlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.