Yaşayan Risale-i Nur
Risale-i Nur hem zülcenaheyn/iki kanatlı bir biçimde sinelerde, hem de sayfalarda yaşıyor. Yaşayan Risale-i Nur’dan sinelerde yaşayanı kastediyoruz. Zira sayfalarda yaşayanlar da zapt açısından mühim ise de anlama ve yaşama açısından sineler daha önemlidir. Ya da bunu kompleks ve karmaşık hale getirmeden hadis diliyle ifade edelim: “Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan söküp almak suretiyle almaz. Fakat ilmi, ulemayı almak suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar. Bu suretle hiç âlim kalmayınca, insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilimsiz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (Buharî, Müslim vd.) Bundan dolayı ‘ilim satırda değil sadırdadır’ denmiştir. Bu itibarla, yaşayan Risale-i Nur’dan bahsetmek mümkündür. Peygamberimiz öyle fitnelerden bahseder ki; sahabeler ‘Ya Rasûlullah bütün bunlar Kur’an aramızda iken mi olacaktır’ deyince Peygamberimiz, Yahudilerin Tevrat aralarında iken sapıttıklarını hatırlatmıştır. Dolayısıyla yaşayan ilim ve örnek önemlidir. Kitabın mahfuziyeti ve masuniyeti sadece zaptta değil, aynı zamanda anlayışındadır da. Bu anlayışı da doğru zapteden ulemadır. Kitabın pergeli ve sağlaması ulemadır. Uleması olmayan milletler, kitaplarını da kaybetmişlerdir. Lâkin İslâm ümmetinin onlardan bir tek farklı meziyeti ve faikiyeti Tevrat ve İncil’in mahfuziyeti alimlere bırakılmış iken Kur’an doğrudan doğruya Allah’ın hıfzı ve emanı altında olmasıdır.
Dokuzuncu Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu muhteşem bir finalle kapandı. Açılısı Sinan Erdem Spor Salonu’nda yapıldıktan sonra tebliğler de iki gün boyunca Wow Otel’de sunuldu. Yine bu münasebetle yeni yüzler gördüğümüz gibi, aşina olduğumuz yüzlerle bir defa daha temas imkânı bulduk. Final, hitam-ı misk kabilinden yaşayan talebelerin ve bir başka deyişle ağabeylerin veya saffı evvellerin konuşmalarıyla noktalandı. Sadece Hüsnü Bayram ile Ahmet Aytemur’un yokluğunda diğer yaşayan talebeler veya sonraki nesle göre ağabeyler hazır bulundular ve konuşma yaptılar. Yine bilgi, ilgi ve coşku vardı.
•
Yaşayan talebelerden ilk sözü Abdulkadir Badıllı aldı ve Hutavat-ı Sitte ekseninde, ertesi güne yani 6 Ekim (2010) İstanbul’un İngiliz işgalinden kurtarılışına ve kutlanışına temas ederek İstanbul’u gerçekte Bediüzzaman’ın kurtardığını söyledi.
En renkli konuşmalardan birisini Salih Özcan yaptı. Sık sık bana, Salih Özcan’la bir karabetim ve yakınlığım olup olmadığı sorulur. Lâkin her defasında bunu haklı olarak nefyederim. Zira o Urfalı, ben ise Mudurnuluyum. Lâkin Adapazarı gibi bir müşterekliğimiz var. Yine Adapazarı’ndan ve Fırıncı Yaşar’dan bahsetti. Veya uzaktan bana öyle geldi. Söz konusu zât, Fırıncı Reşat Ürgüplü olsa gerek. Fırıncı Reşat ağabey, Adapazarı’nda nur santrali idi. Adapazarı’nın saffı evvellerinden idi ve hayat onlarla tatlı idi. Maalesef o tatların yerinde şimdi geride buruk acılar kaldı. ‘Fehelafe hulfun fe adaussalate sonradan bir nesil geldi namazı zayi etti’ denildiği gibi halefler seleflerini ve ağabeyler kuşağını tam olarak temsil edemediler. Vefa ve dostluğu zayi ettiler. Onlar da dostlukla birlikte zayi oldular.
Salih Özcan ağabeyle bir başka müşterekliğimiz de İslâm alemiyle ilgilenmemizdir ve onun bu yönde köprü şahsiyetlerden birisi olmasıdır. Son akşam yemeği gibi final gecesinde Salih Özcan çok bilinmeyen bir hatırasını paylaştı ve bunu hazirunun huzurunda nakletti: “Keçeli, Mehdi’yi ben göremeyeceğim ama sen göreceksin.” Salih Özcan’a Mehdi müjdesi verirken, Mustafa Sungur Ağabeye de nur bayramları ve nur baharlarına kavuşacağını müjdeliyor ve bir de tembihte bulunuyor: “Kabrime gelip bunları bana anlatacaksın!”
Daha doğrusu onun ağzından nakil olarak bunları İhsan Atasoy anlattı. Mustafa Sungur Ağabey şimdi bu baharları yaşadıklarını ve Hicri 1506 yılına kadar da yaşayacaklarını, Bediüzzaman’ın müjdeli haberleri ışığında anlattı. Bundan dolayı karşı taraf bütün gücüne rağmen oyun kurmakta ve sürdürmekte zorlanıyor. Galibane nurun yürüyüşü devam ederken, 1506 ile 1542 yılları arasında nurun ışığının sönmese de yeniden kararacağını, zayıflayacağını ve mağlubane bir vaziyette yoluna devam edeceğini ve zulumatın ise yeniden koyulaşacağını ve kıyametin kâfirler üzerine kopacağını hatırlattı.
Bediüzzaman, Salih Özcan’a başka müjdeler de vermiş; bunlardan birisi, bir devlet adamıyla anlaşma yapmasıdır. Rabıta kurucularından birisi olarak Faysal’ın emriyle Avrupa’yı dolaşırken Romanya’da gerçekten de İslâmî hizmetler noktasında Çavuşeşku ile bir anlaşma imzalarlar ve böylece müjde de tahakkuk eder.
Ağabeylerden Mustafa Sungur da Üstad’ın “Ben Kur’an’ın hizmetindeyim. Bu en büyük meseledir. Ben gidececeğim, Risale-i Nur bakidir” dediğini aktarır. Abdullah Yeğin veya diğer ağabeyler de aynı noktaya parmak basarak, ağzından: “Ben hürmet istemiyorum; hürmeti Allah, Kur’an, Hazreti Peygamber’e gösterin” dediğini aktarıyorlar. Kendisini bir kuru üzüm dalı olarak tasavvur ediyor. Said Özdemir’e de Mekke ve Medine’ye gitmemesini ve bilhassa Türkiye’de kalmasını öğütlüyor ve kendisinin de böyle yaptığını anlatıyor. Gerekçesini de şöyle izah ediyor: “Türkiye İslâm aleminin kilidinin anahtarıdır. Türkiye olmadan İslâm aleminin kilidi açılamaz.”
Ağabeylerin anlattığına göre, Menderes’i seviyor ve birçok mektup yazıyor. Lâkin iki konuda hayal kırıklığına uğruyor. Diyanet eliyle Risalelerin basımı ve Ayasofya’nın açılması. Ve hayal kırıklığına uğradığında bir inkılabın yolda olduğunu esefle dile getiriyor. Bu iki vasiyetini Menderes’in muakkip ve seleflerine bırakıyor.
Evet, Salı günü Wow Otel’de muhteşem bir kapanış oldu. İlk elden ve nesilden Bediüzzaman’ın davasını yeniden dinleme imkânını bulduk.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.