Bizim ollalar
Geçen hafta kendimi aştım; "Yerinden kımıldamaz bu adam!" diye ardımdan dedikodu eden bazı sevgili dostlarıma inat bir günlüğüne Türkiye'nin tâ öbür ucuna, Ege Bölgesi'nin güneyindeki Aydın'ın Koçarlı ilçesinin Çulhalar ve Akmescit köyüne gittim. Nerden baksanız yarım günlük yol.
"Ne işin vardı?" diye sorarsınız, bilirim: Efendim, birisi cedit, öteki kadim iki ahbabım "sılâ-ı rahîm"de bulunmak üzere birbirine yakın köylerine gitmeye niyet etmişler. Onbeş gün evvelden kavilleştik. Bizim Ali Çolak da aynı yöredendir, Nazillilidir; o dahi gelecekti fakat "Öksüz oynaşa çıkmış/ Ay akşamdan doğmuş" dedikleri hesap tam yola koyulacağımız gecenin seherinde sancılanacağı tuttu.
Yol arkadaşlarımı takdim ederim: Güzel otomobili ile Bandırma üzerinden denizi aşıp, ovaları yel gibi geçerek ve ardından mor dağları devirircesine tırmanıp bizi o güzel Yörük köylerine selâmetle ulaştıran Avukat Muhammed Aksan. Köyünün yaylasına ellisinden sonra dört başı bayındır bir ev yaptıran bu dostumuzla, henüz sabahın ilk saatlerinde tanışmış olmamıza rağmen öğle sularında İslâm teolojisinin en girift konuları hakkında esaslı ve ateşli bir tartışmanın içine girmiştik bile. Yolculuklarda herkes biraz yanındakine güvenir; nitekim onunla "nâs önünde" konuşulmayacak nice bahisler devirdik. İkinci yol arkadaşım Yılmaz Kurt. Mülkiyeli. Tanıyanlar biliyor, benim Mülkiyeliliğim "Çakma" veya "Naylon" tâbir edilen cinstendir; ömrümün herhangi bir ânında Mülkiyeliler Birliği'nin kapısından içeri girmemiş olmak nedense bende hiç eksiklik hissi uyandırmamıştır. Nasıl uyandırabilir ki; bu satırların yazarı, öğrenciliğinde Mülkiye'nin kapısından bile güç belâ, yılda birkaç kez girebilmekte, hatta dolmuşla önünden geçerken dahi "Tanıyan çıkar mı?" endişesiyle oturduğu koltukta küçülmeye çalışan biriydi.
Dolayısıyla Mülkiyelilik, Yılmaz Kurt'la ortak yanlarımızdan en zayıf bağı oluşturmakta velâkin Kemah kaymakamlığı günlerinden beri ahbâbız. Ayrıca Sivas'ın ve Sivaslıların eniştesi olmak gibi bir başka mazhariyet ve faikiyyete de sahip bulunması kayda değer bir husustur.
*
İki tane Ege var gördüğüm kadarıyla; ilki Ege'yi, tatile gidip gelirken görenlerin bildiği; ikincisi ise bana nasib olduğu üzre derûnuna kadar nüfûz edenlere gerçek sûretini gösterebilen Ege. İlkini boşverebiliriz; ikincisi nefistir!
Evvela Muhammet Bey'in köyü Çulhalar. Aydın Ovası'nı birkaç yüz metre yüksekten alıcı şahinler gibi seyreden bir köy; evet, top oynamak için düzlüğü yok fakat pek misafirperver ve dost canlısı bir ahalisi, birbirinden gönül çelici açık hava kıraathaneleri var. Buralılar yabancılarla illa ki tokalaşıp ardından,
- Eymiyiiin? diyorlar ki, "Nasılsınız, iyi misiniz"in yöre diliyle yuvarlanmış şekli demek oluyor. Muhammet Bey'in baba evinde aynı hoşâmedî. Sakız beyazlığında gıcır gıcır badanalı iki asırlık tertemiz bir odada yer sinisinin etrafında mevzileniş; ardından akıllara ziyan nefâsette sebze kızartması ve sarmısaklı yoğurt ve kavun. Kavun değil mübârek, sizi temin ederim baklavayı da aşan bir lezzet. Mübalağasız ömrümün en tatlı ve rayhâlı kavunu bu idi.
Muhammet Bey'in evi, daha inşaat halinde olmasına rağmen şimdiden Toscana tarzı mimarisi ile çevrede ün yapmış durumda; sırf görmek için o tepelere kadar gelenler varmış fakat yolu çetin ve bozuk. "Yol yapılmasını istemiyorum aslında" diyor kendisi. Haklı, zira yol güzelleşirse, sağdan soldan gelen misafirleri ağırlamak için yılın altı ayını orada geçirmesi gerekebilir.
"Güle güle otur inşallah" diyerek 20 km uzakta, fıstık çamlarıyla dolu yüksek ormanlar arasındaki Akmescit köyüne doğruluyoruz. Fıstık çamı deyip geçmemeli; İstanbul'da bu ismi taşıyan koca bir mahalle bile var: Fıstıkağacı, fakat fıstık ağacına rastlanmıyor pek. Nasıl bir şey olduğunu merak edenler Akmescit'e kadar yorulacaklar çaresiz. Orada binlercesini görüp, çam fıstığı denilen nadide yemişin leblebi muamelesi gördüğüne şâhit olunca şaşıracaklar.
Akmescit, evet bir köy fakat her medeni nimet mevcut; lâkin dikkatinizi çekerim, köyde hâlâ Yörük kimliğinin titizlikle muhafaza edildiğini gösteren bâriz alâmetler var; aynen Çulhalar'da olduğu gibi, kahveye girip merhaba dediğinizde bilumum hazirunla tek tek tokalaşıyor "Eymiin?" sorusuna cevap veriyorsunuz. Sıcak, dostça, samimi bir misafirperverlik iklimi. Binaların önemlice bir kısmı eski tarz üzre mahalli taşlardan taş işçiliği ile yapılmış fakat beton ev yaparak bid'ate bulaşanlar da yok değil.
Hava çelik gibi, suları yumuşacık, ekmeği has buğday. "Harım" dedikleri küçücük bahçelerden taze biber, domates kırıp getiriyorlar fakat yemek faslının padişahı düğün evinde. Öyle ya, düğün için geldik buralara biz.
Efendim biz "Kız tarafı" oluyoruz. Yılmaz Kurt'un yeğenini Aydın'a gelin gönderiyoruz. Kız tarafı hiç emeğini esirgemeden koca kazanları ateşe vurup aşure kaynatıyor, "Keşkek" pişiriyor. Bilenler biliyor, dünyanın en zahmetli fakat en hatırlı yemeklerinden birisi keşkek. 50 kilo buğdayla 50 kilo et ayrı kazanlarında akşam namazından başlanıp sabah namazına kadar kaynatılıyor. Sabahleyin köyün gençleri birer dakikalık nöbetlerle adam boyundaki "Tokaç"larla saatler boyu kazanın içine boca edilen etle buğdayı dövüyorlar. Ayıptır söylemesi, biz de ahir ömrümüzde keşkek dövüp bahşiş olarak kızını gelin eden Aysel Hanım'dan birer yüz havlusu hediyeyi kapmışızdır çok şükür.
Köyü biraz da mahsustan fazlaca tasvir etmedim, çünkü bu cennet parçasının, Bodrumsever takımından olup da Ege köylerinde emeklilik rüyası kuran takımınca tâciz edilmesine pek gönlüm rıza göstermedi. Daha fazla merak edenler, Yılmaz Kurt'un küçük biraderi Şener'in kendi elcağızıyla yapıp işlettiği internet sitesini ziyaret edebilirler.
Adresi şöyle: www.akmescitkoyu.com. Ziyaret ederseniz Şener Kurt pek memnun olacaktır. Köyünün tarihini ve maşeri hâfızasını derleyip bir web sitesinde kayıt altına alan bu "Şener"ler her köyümüzün başına diyerek lâfı bağlayalım.
Benden duymuş olmayınız, lakin kalbimin mühimce bir kısmı "Ollada" kaldı; Egeliler öyle diyorlar, "Bizim olla" bizim oralar demek oluyor.