Sorunun anatomisi
AK Partili hukukçu milletvekili Burhan Kuzu ve yine hukukçu Kezban Hatemi bir televizyon programında tartışıyorlar.
Sayın Hatemi başörtüsü yasağının otuz seneyi aşkın bir süredir devam ettiğini, acilen çözülmesi gerektiğini ve bunun kısmen değil bir bütün olarak çalışma hayatını da içermesi gerektiğini savunuyor. Sayın Kuzu ‘durun bakalım’a getiriyor ve partisinin yakın tarihte nasıl kapatılma tehlikesi atlattığından bahsediyor, “Daha okula gitme sorununu çözemedik ki siz onların kamuda çalışmasından söz ediyorsunuz” diyor. Hatemi anayasanın haklar konusunda son derece açık olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Siz kimseye sen kadınsın veya sen başörtülüsün, veya sen şu etnik kökendensin diyerek, öyle olduğun için de sen savcı olamazsın, yargıç olamazsın, diyemezsiniz, bu anayasaya aykırıdır…”
Sorun iki boyuta yayılıyor: Biri hükümetten kaynaklanan “çekinceli” tutumun getirdiği sorunsal, diğeri de başörtüsüne özgürlüğe sıcak bakmayanların, en başta CHP’nin şu günlerde takındıkları “pazarlıkçı” tutum. AK Parti’nin kendince meşrulaştırmaya çalıştırdığı, en başta da kendine telkin ettiği selektif tavır yani sadece üniversite öğrencileri için yasağın kaldırılmasına gayret ediyor olması pratik alanda uzun vadede halk arasında herhangi bir karşılık bulmuyor. Yani kızlar üniversite öncesi ve sonrası yine yasağın engeline takılıyorlar. Zaten hakların kısmî tanınması, hiç tanınmamasından daha iyi bir durum arz etmez. Haklar ya vardır ya da yoktur. Ya hep ya hiç modeli uygulanabilir sadece haklar tartışmasında. “E canım bunu zamana yayalım” demekse ülkemizin nev’i şahsına münhasır tavrıyla alakalıdır ki bu da faydadan çok zarar getirir. Zira konu sağlıklı tartışma zeminine baştan oturtulamadığı için çözümü de en olması gereken şeklinde olmaz, aleladelik içerir. Evet konsensüs önemlidir ancak aklın yolu da birdir. Karşınızdaki mantıksal bir çizgide duramıyorsa, uzlaşma adına başka platformlara çekilmek, ileride konuyu daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. AK Parti’nin çözümden çok, soruna katkısı tam da bu noktadadır. Partili Zafer Üskül ilkokul çağında çocuklarına başlarını örttüren ebeveynlerden devletin müdahalesiyle evlatlarının alınabileceğini söyleyebilmiştir.
Yadırganması gereken bir çıkış bu. Devlet-vatandaş ilişkisinin bütün boyutlarda incelendiği bir ortamda devletin “destekçi” konumundan söz edilebilir ama devletin ailenin rızasının dışında “yuva” içine müdahalesi bilimsel tartışmalarda da hâlâ üzerinde uzlaşma sağlanmış bir konu değildir. Anne ve babaların çocuklarının alacakları eğitimi seçme hakları vardır. Kaçımız hangi okula gideceğimize kendi kendimize karar vermişizdir ki küçükken?.. Büyüklerimiz bu ve benzeri kararları bizim adımıza almamışlar mıdır?.. Kaç çocuk, belki kendisinin değil ama anne ve babasının “rüyasını” gerçekleştirmiştir vermektedir? ‘Ben yapamadım, kızım oğlum yapsın’ babından… Yani ebeveynler çocukları üzerinde karar hakkına sahiptir. Çocuğa Kur’an-ı Kerim tilavetini öğretmek için hoca tutmak da bundandır piyano dersi almak için tutmak da. Kaldı ki hepimiz çocuklarımız için “en iyisini” isteriz. Şimdi sorarım: Benim çocuklarım için en iyisinin ne olacağını benim değil de devletin bileceğini hangi hakla birileri iddia edebiliyor?
Bir de tabii bu işin yani başörtüsü yasağının metastas boyutunu konuşmak lazım. Yani yayılma. Bu onyıllardır toplumun içini çürüten bir kanser vak’asıysa -ki bu konuda yasağın kalkmasını savunan Türkiyeli çoğunluk hemfikirdir-, o zaman kanserli hücreleri bütünüyle temizlemek, yarayı sarmak esastır. Aksi takdirde zaman içinde tekrar nüksetmesi, daha da hızla yayılması kaçınılmaz olacaktır. Aksini söyleyen var mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.