Mihenk
Seyyid Bey’den Senhuri’ye..
Osmanlı’nın yıkılmasından beri Müslümanlar başsız ve bölük pörçük yaşıyor. ‘Ey iman edenler Allah’a ve Rasûlü’ne, sizden olan yöneticilere itaat edin’ ayetindeki üçüncü ayak veya otorite sarsılmış bulunuyor. Bu ümmetin bilincinde ve hayatında derin yaralar açmıştır. Bu yaraları lâiklik kitabında Muhammed el Behiy çok veciz bir biçimde özetler. Hilafet bağının kopması Araplarla Türkler arasındaki münasebetleri kestiği gibi, aynı zamanda 23 ulus devletine(!) bölünen Arapları da birbirinden koparmıştır. Filistin gibi bir müzmin meselenin de doğmasına yol açmıştır. Hilafetin ilga edildiği ve kaldırıldığı yıllarda hilafet meselesi enine boyuna tartışılmıştır. Renan’ın ‘İslâm terakkiye manidir’ sözü nasıl ki bir mukabele ve karşılık verme tufanına ve heyecanına yol açtı ise keza Anglikan Kilisesi’nin Meşihat Dairesine İslâmiyet’i sorgulayan soruları da aynı şekilde alimleri ve mütefekkirleri gayrete getirmiş ve Anglikan Kilisesi’ne cevap tufanını doğurmuştur. Üçüncü dalga cevap da Ali Abdurrazık’a yöneltilmiştir. Ali Abdurrazık hilafetin İslâmî bir kurum olmadığını ve hilafet yönetiminin de İslâm tarihi boyunca İslâm’ı temsil etmediğini savunmuştur. İslâm’da dünyevi ve siyasi otoriteyi reddettiği gibi Müslümanlar arasında siyasi bağı da inkâr etmiştir. Böylece aslında sadece hilafet meselesini değil, Ümmet meselesini de sulandırmıştır. Hilafet, Ümmetin dikey bağıdır. Ona cevap yazanlardan birisi de meşhur Abdurrazzak es Senhuri Paşa’dır. 1954 sonrasında Abdulkadir Udeh ve Muhammed Necip gibi o da Nasır’ın hışmına uğrayarak piyasadan çekilmiştir. Bu zât da hilafeti modern bir model olarak sunmuş ve hilafeti uluslararası bir örgüt olarak tasavvur etmiştir. Daha doğrusu Şark Birliği veya Rabıtası olarak tasavvur etmiştir.
•
Aslında bu hilafet meselesini Ümmet kavramı içinde eritmektir. Ümmet yatay bir anlamı temsil ederken, hilafet dikey bir anlamı ve alanı ifade etmektedir. Hilafeti şahıs yerine kurum olarak algılamıştır ve bu hususta kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir. Ebu’l Hasan en Nedevi’den Karadavi’ye kadar birçok alim zamana göre gelişen kurumsal bir hilafeti tasavvur etmişlerdir. İran’da ‘gelişmeci fıkıh’ diye bir kavram türemişse, hilafet meselesinde de gelişmeci bir anlayış tezahür etmiştir. Bunu ilk ortaya atanlardan birisi Abdurrezzak es Senhuri Paşa’dır. Gelişmeci veya kurumsal hilafet anlamında ifrat ve tefrit akımları vardır. Bu hususta Senhuri Paşa’nın itidal çizgisini temsil ettiğini söyleyebiliriz. Buna mukabil, Ali Abdurrazık, hilafeti İslâm dışı olarak tanımlamış ve sonradan görüşlerinden dönse bile bu tez onunla birlikte anılmaya devam etmiştir. Hilafetin kaldırılması meselesinde Urfa Mebusu Şeyh Safvet Efendi fiili bir girişimde bulunurken, Seyyid Bey teorik zeminini Ali Abdurrazık’ın tezine yakın bir surette yeniden ele almıştır. Gelişmeci bir hilafet anlayışının sonucunda hilafetin tarihsel olduğuna hükmetmiştir. Hilafet mefhum ve anlamının hakimiyet-i milliye tarafından deruhte edildiğini ifade etmiştir. Bu tam olmasa da Senhuri Paşa’nın hilafetin ümmet tarafından deruhte edileceği anlamındaki anlayışına yakındır.
Senhuri Paşa Ümmete yasama konusunda da hilafet gibi bir misyon yükler. Yasama yetkisinin Allah tarafından detaylarda ümmete bırakıldığını ve halifenin tek başına yasama erkini elinde bulunduramayacağını savunur. Ümmete hukuk misyonu yükleyen Senhuri Paşa, bunu icma kuralıyla da pekiştirir.
•
İslâm’da amme veya kamusal hukukun gelişmemesini, fırkalar arasındaki siyasi çekişmelere ve bir de yöneticilerin istibdadına hamleder. Lâkin bu husustaki çözümlemesi gariptir. İstibdadın önüne geçmek için önce idari hukukta iyileştirme ve ıslahat yapılmasını ve en son olarak sıranın hudutlara gelmesini ister. Zira ona göre, seddi zerai kuralı nasıl bazen istismar ediliyorsa, ukubat/ceza yasası da yöneticiler tarafından istibdat rejimi kurmaya alet edilebilir. Dolayısıyla istibdat korkusu onda hudutları muvakkaten de olsa tatile götürür. Kuvvetler ayrımının İslâm’ın ruhunu temsil ettiğini ve yargı erkinin de bu anlamda halifeden bağımsız olduğunu öne sürer. İlginçtir, bu bağlamda Senhuri Paşa, hudutların muayyen bir süre ertelenmesini isteyen Tarık Ramazan gibi isimlere öncülük etmiştir. Bir de istidat korkusuyla yasaların talikini istemesi, bize Iraklı hukukçu Taha Cabir Alvani’nin bir yaklaşımını hatırlattı.
Cumhur-u ulema kavramına karşı çıkan Alvani gerekçe olarak bunun hukukta istibdada yol açmasını gösterir. Bununla birlikte, bilmemiz gereken Senhuri Paşa’nın Şark Milletleri Cemiyeti/Heyeti olarak tasavvur ettiği Hilafet kitabını 1923 yılında Fransa’da Fransızca yazmış olmasıdır. Bu kitap 1926’da yayınlanmıştır. Tevfik Şavi ise aslından 2001 yılında Arapça’ya çevirmiş ve kızı Nadiye’nin önsüzüyle de yayınlanmıştır. Elbette ki Senhuri Paşa’nın hilafet tasavvurunda konjonktürün etkisi büyüktür. Bu da kaçınılmazdır. Lâkin tez hocasının uyarısına ve konjonktüre rağmen Senhuri Paşa yine de farklı bir kalıpta da olsa hilafeti savunmaya devam etmiştir. Önemli olan da budur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.