1672’de Osmanlı Ordusunun Edirne’den Polonya’ya Doğru
17. Asırda Fransa Büyükelçiliği baş tercümanı olarak uzun yıllar Türkiye'de bulunan Antoine Galland 1672 Mayısının 7'nci günü Sultan IV. Mehmed'in Polonya seferine çıkışını şöyle anlatmaktadır:
"Hayatımda bundan daha güzel, daha muhteşem bir alay ve merasim görmedim.
Dünyanın hiç bir yerinde bundan daha parlak, daha düzenli, daha zengin bir geçit resmi yapılamazdı.
Ordunun bizzat Padişah'ın komutası altında şehirden çıkışı güneşin doğmasından başlayarak beş saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan merkezlerdeki Türk birlikleri yolda bu orduya katılacaklardı.
Geçen asker kadar atları da muhteşemdi. İnsan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu.
Hayvanların üzerinde muhteşem örtüler vardı. Sadece başları ve bacakları görünüyordu. Birçoğu zırhlıydı. Zırhı olmayanların sağrıları kaplan veya pars postuyla örtülmüştü.
At üzerindeki sipahiler kılıç, yay, sırma işlemeli ve içi ok dolu birer okluk taşıyordu. Gayet güzel cilalanmış kalkanları da vardı. Tüfek taşıyan asker yaya yürüyordu. Atlıların bir kısmı mızraklıydı.
İlk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir mehter takımı yürümeye başladı. Yeniçeri adımlarıyla hem yürüyor hem de çalıp okuyorlardı. Köslere ve davullara vurulduğu zaman yer yerinden oynuyordu. Sergiledikleri ihtişam mucizeye benzer bir şeydi.
Mehter takımından sonra yine sonu gelmez gibi görünen birlikler geçmeye başladı. Türk askerinin demirden ve üzerleri işlemeli zırhları yeşil, kırmızı ve sarı satenden sarıkları, ipek kordonlarla süslü kadife cepkenleri, en iyi şekilde üretilmiş silahları seyredenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bırakıyordu. Onların silahlarına o derece de özen gösterilmişti ki her ok ayrı ayrı cilalanmış ve süslenmişti.
Eski çağın savaş tanrısı Mars gökten inip bu manzarayı görseydi utanç ve korkusundan hemen geldiği yere dönerdi."
1672 yılı Osmanlı imparatorluğunun duraklama devrindedir. Fransa Sefareti Baş tercümanı Galland'ın mucize gibi diyerek vasf ettiği bu ordu İman, İslâm, Kur'ân ve Şer'-i Mübîn için yürüyordu. O ordunun sancaklarında Kelime-i Tevhid yazılıydı.
O ordu, günde beş kez ezanlar okunarak ve asker cemaatle namaz kılarak yürüyordu.
O ordu, Rab olarak Allah'ı, Nebi olarak Muhammed Mustafa'yı, Din olarak İslâm'ı, Kitab olarak Kur'ânı, nizam olarak Şeriat'ı kabul etmişti.
O orduda ulemâ, eimme, müezzinîn, şüyûh, derâviş, sülehâ vardı.
O ordu Kur'ân okuyarak yürüyordu.
Bozulma vardı ama o ordu yine de bir İslâm ordusuydu.
O ordu i'lâ-i Kelimetullah için yürüyordu.
O ordu İslâm sancakları, Tevhid râyetleri, tehliller ile yürüyordu.
O ordunun başkumandanı Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya efendimizdi.
O ordu imanlı, Allahlı, Kur'ânlı bir orduydu.
O orduda fi sebilillah cihad ederken katl edilenler şehid, sağ kalanlar gazi oluyordu.
Evet, o ordu gerçekten muhteşem bir orduydu... Mucize gibi bir orduydu...
O ordunun hayali bile cihana değer...
*(İkinci yazı)
SAHTE MÜCÂHİDLER
SON elli yıl içinde İslâmî kesimde cihad edebiyatı yaygınlaştı ve hayli ucuzlatılıp sulandırıldı. Kur'âna ve Sünnete göre cihad kavramı ve değeri unutuldu, onun yerine mecazî mânâda cihad ve mücahidler geldi.
İman, İslâm, Kur'ân, Sünnet, Şeriat için yapılan etkili ve ihlaslı hizmetler de elbette (mecazî) mânâda bir tür cihad olabilir ama bu konuda sınırları aşmak yanlıştır.
Yakın tarihte Bediüzzaman Said Nursî bir tür cihad yapmış ve biiznillah tevfikat-ı ilahiyeye nail olmuştur. Risale-i Nur hareketi sayesinde nice insanımız imanını kurtarmış, ebedî saadet yolunu bulmuştur.
Merhum Üstad Bediüzzaman'ın kendisi gibi ihlâslı ve müstakiym has talebeleri de birer mücahid idiler. Onlar dünyaya sırt çevirmişler, ecir ve mükafatlarını sadece Allah'tan isteyerek çalışmışlardı.
Yakın tarihimizde din, iman, Kur'ân ve Şeriat için muhlisen lillah, garazsız ivazsız çalışan başka mânevî mücahidler de hizmet etmişlerdir. Şeyh Abdülhakim Arvasî, Erbilli Esad Efendi, Dersiamdan İskilipli Âtıf Efendi ve diğerleri. Kendilerini minnet ve teşekkürle anıyor, Hak'tan rahmet diliyorum.
Şer'î mesele dolayısıyla eski Ceza Kanunu'nun 163'ncü maddesi mucibince Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanıp hapse mahkûm edilen, zindana atılan merhum (Şumnulu, Ezherli) Ahmed Davudoğlu hocaefendi de böyle bir mücahiddir.
Üstad merhum Necip Fazıl, dört yıla yakın bir müddet zindanlarda İslâm için, İman için, Kur'ân için çile doldurmuştur.O da manen mücahiddir.
İstiklâl savaşından sonra estirilen kızıl sarsar (fırtına) esnasında nice icazetli ulemâ, fukaha, müftü, şeyh, danişmend, mürşid-i kâmil, derviş adaletsiz mahkemelerde yargılanmış, kimisi idam edilmiş, kimisi zindanlarda çürütülmüştür. İnşallah bunlar da mücahid ve şehid sevabı alırlar.
İskilipli Âtıf Efendi ile aynı günde idam edilen Babaeski müftüsünü de bu meyanda rahmetle anıyorum.
Karanlık yakın tarihimizin bu mübarek şehidlerinin, mücahidlerinin birkaçını burada zikr etmiş bulunuyorum. İsimleri unutulmuş nice binlerce, on binlerce mücahid daha var.
Zamanımızda bunlara benzemeyen bir mücahid veya mütecâhid (mücahid bozuntusu) sınıfı türedi. Bunların bir kısmı işe mücahid olarak başladı, sonra bir de baktık ki, müteahhit olmuşlar, voliyi vurup köşeyi dönmüşler.
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri bin sıkıntı içinde yaşarken üç salkım üzümü bile hediye olarak kabul etmezdi, zamane mütecahidleri fukara ve mesakîn-i Müslimînin hakkı olan zekatlara bile göz dikmişlerdir.
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hayber gazvesinde, bir çift pabucu gizleyen ve sonra şehid olan bir sahabinin cenaze namazını kılmamıştı. Bugünkü sahte mücahidler öyle bir pabuçla falan yetinmiyorlar, malı doların milyonu ile götürüyorlar.
İslâm'ın şanlı devirlerinde mücahidler küffar ile cihad ediyorlardı. Bugünün sahte mücahidleri Müslümanları soymakla meşguller. Ya Rabbi!.. Ne günlere kaldık!