Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Hadi gündem dışına çıkalım

Hadi gündem dışına çıkalım

Tam anlamıyla siyasallaşmış hayattan gına geldi. Aynı filmi onuncu kez izlemek, Şaban filmi bile olsa, sinir bozucu. Gelin bugün hep birlikte gündem dışına çıkalım. Belki aradığımız hayat gündem dışındadır.
Geçenlerde Meryem Aybike Sinan Hanımefendi bendenizle bir söyleşi (eskiden röportaj derdik) yaptı. Bu söyleşinin “Yavuz Bahadıroğlu kimdir?” sorusuna verdiğim cevabı sizinle paylaşmak istiyorum.
Kim olduğumu değil de kimler gibi olmak istediğimi sorsanız, cevabı daha kolay verebilirdim. Mümkün olsaydı, Hz. Ebubekir kadar fedakâr, Hz. ömer kadar âdil, Hz. Hamza kadar sert, ama mert; Hz. Osman kadar mülayim; Hz. âli kadar cesur; Mevlâna kadar âşık; Yunus kadar karmaşık; Gazali kadar âlim; Bediüzzaman kadar minnetsiz; Evliya çelebi kadar gezgin, Sadi kadar hayalperest, Nasreddin Hoca kadar komik olmak isterdim…
Kim olduğuma gelince: Başkalarına hadlerini bildirmek yerine, haddini bilmek için dünyaya gönderildiğine inanan gariban bir yazarım. Halkın sevgi ve teveccühünü bir ikram-ı İlâhî olarak görüyor, şükrediyorum.
Pazarlıyım (Rize’nin bir ilçesi) ama dünyaya geldiğim yeri ben seçmedim. Soyumu-sopumu, nesebimi ben seçmedim. Okuduğum okulları bile ben seçmedim. Bunlar kendi irademle olmadı. Kendi irademle olmayan şeylerden niçin bahsetmeliyim? Yazarın nerede doğduğu, nerelerde okuduğu, ne zaman evlendiği, halen evli olup olmadığı, çocuklarının sayısı kimi ilgilendirir? Bunların ne önemi var?
Yazar, yaşadıklarıyla değil yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, ürettikleriyle ve topluma katkılarıyla değerlendirilmeli.
özgeçmişler beni fazla ilgilendirmiyor. Hem “özgeçmiş” nedir ki? özgeçmiş önemsiz bir ayrıntıdır. Zaten benim kuşağın (1945 doğumluların) özgeçmişi filan da yoktur. Hatta geçmişimiz bile yoktur. İdeolojik şiirlerle, sloganlarla, ders kitaplarına tıkıştırılan yalanlarla, abartılı övünme ve şişinmelerle bizim kuşağın çocukluğunu çaldılar.
Kana kana oynayamadık, çünkü oyuncağımız yoktu. Doğru dürüst karnımızı doyurmaya yetecek ekmeğimiz de yoktu. Diyelim ki bir şekilde karnımız doydu, oyuncağı da bulduk; yine oynayamazdık; zira millî bayramlarda okumak için bol bol “cumhuriyet-hürriyet” kafiyeli şiirler ezberlemek zorundaydık.
Her bayram, altı delik lastik ayakkabılarımızı çamurlara vuraraktan çığlık çığlığa şiir bağırırdık: “En büyük cumhuriyet/Bize verdi hürriyet...”
Cumhuriyetin tek başına hürriyet demek olmadığını, hürriyet demek olması için insan hakları ve demokrasi ile bütünleşmesi gerektiğini neden sonra öğrendim. öğrendiğimde de aldatıldığımı, yanıltıldığımı düşündüm. Zaman zaman çocukluğuma dönüp, “Sen aslında başka birisin” diye diye benliğimi ruhumdan koparanlarla hesaplaşmak istedim...
Zaman oldu bu kabil telkinler yüreğimde buz tuttu. Telkinlerin karmaşasıyla tehditlerin ürküntüsünde kimliğimi yitirdim. Kimliğimi ararken, baktım kendi kendimle yüz yüze gelmişim. “Ben aslında benim” diye haykırmak istedim o an, fakat tek seslilik haykırışlarıma geçit vermedi. Ancak kendi kendime fısıldayabildim: “Ben kimim?”, “İnsan nedir?” diye; “nereden geldik?”, “Nereye gidiyoruz?”
Yıllar boyu sorularımı kendime sakladım. Kimseye soramadım. Kendimi kimselere açamadım. Açamazdım, çünkü bazı sorunları düşünmek kadar bazı soruları sormak da yasaktı. Bazen sorularım gırtlağıma dizilir, soluksuz kalırdım.
Yıllar boyu soluksuz kaldım. Tüm soluksuz kalışları “sekerat” zannedenler, soluksuzluklarımı ölüm haline verdiler. Soluksuzluğun aslında bir yeni soluk, belki bir “sur-i İsrafil” olabileceğini kestiremediler. Oysa ben nefesim daraldıkça düşünüyor, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide varlık arıyordum.
Kalıplar işte o çizgide kırıldı. Kitaplarım o çizgide doğdu. O çizgide kitaplaşmaya başladığımı hissettim. Kısacası hayat, hayal ile o çizgide iç içe girdi....
Artık kestirebilene aşkolsun: Hangisi hayat, hangisi hayal?.. Hayal nedir sahi, peki ya hayat nedir? İnsanın kâinatla ilişkisi nerede başlar, nerede biter? İnsan ne kadar kâinat, kâinat ne kadar insandır?
Dizi dizi merakın ardından sonsuzu arayışım başladı. Bu bir bakıma insanın kendini arayış serüveniydi.
Kitapta ve tabii “kitab-ı kebir-i kâinat”da kendimi bulmam uzun sürdü. Kendimi çözmeye çalışmak ise neredeyse bir ömür aldı. Sonunda bireysel çözümlerin o kadar da önemli olmadığını anladım. Toplumsal çareler ve çözümler gerekliydi: Fakat bu nasıl olacaktı?
üstelik öyle bir zaman ve zeminde yaşıyorduk ki, insanlar âdeta bir birini incitmekten, hırpalamaktan, yaralamaktan, zorlamaktan zevk alıyordu. Ben ise -ancak elli yaş kertesinde- inançlarından, tercihlerinden, intisaplarından ve düşüncelerinden dolayı kimseyi incitmeme, hırpalamama, horlamama, zorlamama kararı alabilmiştim.
O gün bugündür, beni incitme fırsatını başkalarına vermemek için kendi duygularımı incitiyorum. Başkalarını hırpalamamak için kendi ruhumu hırpalıyorum. Başkalarını yaralamamak için de kendi yüreğimi yaralıyorum.
Bu yüzden yaşadığım yıllardan daha yaşlı biriyim: Hem yaşlı, hem yalnız.
Cevap uzunmuş meğer, gerisi ister istemez yarına kaldı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi