New York’ta Beş Minare
HAFTA sonu eşim Tülin’le Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minare” filmini seyrettik. Hakkındaki eleştirileri okumuştum. Filmi, hem kafamı hem kalbimi vererek dikkatle izledim.
12 Eylül öncesinin sağ sol kutuplaşması, bir siyasi cinnetin kan davasına dönüşmesi... Film böyle çıkıyor. Kan davasından kaçan Hacı Gümüş (Haluk Bilginer) Amerika’ya yerleşiyor, kendini Mevlana ve Yunus modelinde tasavvufa veriyor. Eşi ve kızı hıristiyan...
Bir haber geliyor; El Kaide gibi bir terör örgütünün lideri olan “Deccal” yakalandı! “Deccal” da Bitlislidir. Hizbullah soruşturmalarında gördüğümüz “domuz bağı” işkencelerini yaptıran, dindar insanları da işkencelerle öldürten bir canavar...
Durum Türkiye’ye bildiriliyor. Gidip almak üzere iki polis görevlendiriliyor: Fırat (Mahsun Kırmızıgül) ve Acar (Mustafa Sandal).
Amerika’da “Deccal” sanılarak yakalanan ve zincire vurulan kişi, evliya ruhlu Hacı’dır... Olayı soruşturan Amerikalı şerif (Robert Patrick) ise bir yakınını 11 Eylül’de kaybetmiştir, müslümanlara karşı kinle doludur.
Bizim polislerden Suat da Hacı’ya kan davası kini duymaktadır...
Filmin enerjisi kin ve bağnazlık, sevgi ve hoşgörü gibi büyük beşeri kaynaklardan geliyor.
Mahsun’un filmleri
Senaryo olayların çarpıcı ve akıcı olmasıyla, hatta yarattığı şoklarla fevkalede ilginç olduğu gibi, kan davası, kin, bağnazlık konuları üzerine kurulu olduğu için de başarılı bir analiz niteliğinde...
Efektleri mükemmel... Bunu, filmi eleştirenler de belirtiyor.
Ben Mahsun’un “Güneşi Gördüm” ve “Beyaz Melek” filmlerini beğenmiştim.
“Bitlis’te Beş Minare” yi de çok beğendimi belirtmeliyim.
Eşim Tülin de çok beğendi. Filmi izlerken bazan duygulu tasavvufi mesajlardan, bazan insani ve sevgi ızdıraplarından zaman zaman gözleri yaşardı.
Ne yalan söyleyim, bir kaç defa benim de gözlerim yaşardı.
Mahsun’un filmelerini beğenmemin sebebi, verdiği mesajların ruhlarımıza seslenmesidir; insani tiplerin canlılığıdır, senoryodaki olayların çarpıcı ve iyi kurgulanmış olmasıdır.
Kültür temeli
Mahsun, fimlerine konu yaptığı kültürleri iyi tanıyor, hatta bir bakıma o kültürlerin içinden geliyor. Unutmamış, reddetmemiş ama eleştiri süzgecinden geçiyor, insanileştirerek ve modern sinema sanatıyla birleştirerek bizlere sunuyor.
Bütün filmlerinde böyle... Beğendiğim tarafı da bu..
Evet filmdeki bazı abartılar gözden kaçmıyor. Hacı’nın karısının hıristiyan olması düşünülebilir ama kızının nikahının hem kilisede hem camide kıyılması böyle bir abartı... Vermek istediği mesajı vurgulamak için yapıyor bu abartıları... Şu da var ki, abartı sinema sanatının tabiatı da abartı unsuru inkaredilemez.
Ben sinema eleştirmeni değilim. Sade seyirciyim. Bir filmin seyircide bıraktığı izlenimler de çok önemlidir elbette.
Bu filmde “Hacı Gümüş” rolünü oynayan Haluk Bilginer sanırım sanat hayatında ilk defa böyle bir rolde... Hem Sufi bir müslüman, hem sevgi ve gözyaşlarıyla duygulu bir insan rolünde çok başarılı...
Aslında hangisine başarısız diyeyim bilmiyorum.
Tavsiye ederim, bakalım siz nasıl bulacaksınız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.