İyd-i Adha
Osmanlı insanı, Ramazan Bayramı’na “Iyd-i Said-i Fıtr”, Kurban Bayramı’na ise “Iyd-i Adha” derdi...
Bayram tebrikleri, “Iydiniz said, ömrünüz mezid olsun!” şeklinde yazılırdı, “Bayramınız saadetli, ömrünüz bereketli olsun” anlamında...
Bayram kutlamalarında bile bir zerafet vardı anlayacağınız. Ziyaretler, el öpmeler, harçlık vermeler hep bu zerafetin parçalarıydı ve bayramlar geleneksel bir sistem içinde kutlanırdı.
Bayramların temel eksenini ise “toplumsal sevgi” oluşturma emeli teşkil ederdi.
“Hediyeleşme-yardımlaşma” ve “paylaşma”, bu maksadın ayrıntılarıydı.
İslâm’ın “kardeşlik” düsturunun, hayatı bütünüyle kuşattığı günlerdi, bayramlar. Verecek hiçbir şeyi olmayanlar bile din kardeşlerine gülümser, böylece “sadaka sevabı” alırlardı.
Kısacası, “Sünnet Medeniyeti”nin çocukları hiçbir konuda başıbozuk değildi. Her şey kurallar çerçevesinde gerçekleşirdi... Çünkü hayat, geçici hevesatın değil ebedi hayatın hizmetindeydi.
Hayat, yaradılışın amacı olan insanın hizmetindeydi. Yürek pusulaları kıbleyi gösterir, evler dahil her şey kıbleye dönük olurdu.
Bayramlar bu çerçevede yaşanan bir hayatın güzellemeleriydi. Ama bayramın da amacı vardı: Sevme ve yardımlaşma...
Bu iki temel öğe, Peygamber-i Âlişan Efendimizin vahye dayalı olarak getirdiği “Yürek İnkılâbı”nın da özü ve özetiydi zaten.
Kurban Bayramı’nı, Ramazan Bayramı’ndan ayıran en büyük özellik şüphesiz, bayrama yakın kurbanlıkların satın alınmasıydı.
Kurbanlıklar, Rumeli ve Anadolu’dan, İstanbul yakınlarına getirilirdi.
İstanbul’a getirilecek kurbanlıkların sayısı ve zamanı, yetkili makamlar tarafından belirlenirdi (bu yıl da böyle oldu)...
Ayrıca kurbanlıkları getirecek olanlar, kurban miktarını ve İstanbul’da ne kadar kalacaklarını yetkili makamlara bildirmek zorundaydılar.
Yani, İstanbul’la ilgili hiçbir şeyde kuralsızlık yoktu. Her şey, sımsıkı disipline edilmişti.
19. yüzyılda İstanbul’a getirilen koyun sayısı, 80 ile 130 bin arasında değişirdi.
İstanbul’da, kurbanlık için, genel olarak küçükbaş hayvanlar tercih edilirdi. Büyükbaş kesilmezdi.
Bu, elbette, sosyal ve ekonomik dayanakları olan bir tercihti. Bu tercihte, büyük baş hayvan kesmenin zorluğu, atıklarının çokluğu dolayısıyla imha etmenin güçlüğü rol oynardı. Ancak büyük baş hayvan neslini koruma düşüncesi, bu tercihin en belirleyici unsuruydu.
Öte yandan, mümkün mertebe, kurbanlıkların “marya”, yani yavrulu olmamalarına dikkat edilirdi (bu yıl aynı uygulamaya dönülmesi ne kadar ilginçtir).
Zenginler, yalnız kendilerine değil, eşleri, çocukları, gelinleri, damatları, yakın akrabaları ve hatta ölmüş anne-babaları adına da kurban keserlerdi.
Maksat olabildiğince fazla sayıda fukaraya et ulaştırmaktı.
Ölülere adanan kurbanlar arife günü kesilirdi.
Padişah için de Arife günü Hırka-i Şerif yakınlarında iki kurban kesilirdi.
Osmanlı geleneğinde, vakıf müesseselere kurban hediye etme geleneği de vardı.
Arife gününden itibaren bayram günleri top atışı yapılır, ayrıca Boğaz’da şenlikler düzenlenirdi.
Bir yandan peş peşe atılan toplar, diğer yandan art arda patlatılan havâi fişekler muhteşem bir görüntü oluştururdu.
Şehir hamamları 24 saat açık tutulurdu. Ayrıca şehir, her bayram öncesi baştan başa yıkanıp temizlenirdi.
Bayramınız bir kez daha mübarek olsun, efendim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.