Roller değişti
Geçen pazar ' 31 Mart Vakası'nın yıldönümüydü. Peki, Rumi takvim ile 31 Mart'ta, bugünkü takvimimize göre 13 Nisan 1909'da ne olmuştu?
Olay kabaca şudur: Mektepli subaylar tarafından tasfiye edilmek istenen alaylı subaylar ayaklandı.
Onlara, askere gitmeme hakkı olan medrese öğrencileri arka çıktı. 24 Temmuz 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet'ten hoşlanmayanlar, II. Abdülhamit'in mutlakiyet rejimine dönmek isteyenler de destek verdi.
Kalkışma Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. Sorumlular cezalandırıldı.
31 Mart ' irtica' kavramının icat edildiği olaydır. 'Batıcı' ve 'modernleşmeci' taraf, ayaklanmaya 'irtica' yani ' geriye dönme isteği', ' eski rejimi tekrar getirme çabası' adını vermişti.
Bence bu tabiri kullanırken tarihsel açıdan haksız değillerdi.
Diğer ülkeler ordularını modernleştiriyordu. Dünya hızlı büyük bir savaşa gidiyordu. Osmanlı'nın alaylı subayları ise ayak bağından başka bir şey değildi.
Diğer bir mesele de şuydu: Artık kitle ordusu çağına girilmişti. Herkes savaşa katılıyor, orduların mevcudu milyonları buluyordu. Kimin kelle sayısı fazlaysa, muharebeyi o kazanıyordu. Böyle bir ortamda medrese öğrencilerinin askerden muaf olması mümkün değildi.
(Ara notu 1: Günümüzde ise ileri teknoloji sayesinde ordulardaki kafa sayısı azalırken, ateş gücü ve hareketlilik artıyor.)
31 Mart isyancıları, Batıcıların modern diline karşı, kendilerini geleneksel ve dini tabirlerle ortaya koyan taraftı.
' Şeriat' yani ' adalet' istiyordu. Adalet de eski düzenin, statükonun devamıydı onlar için... Ancak bu talepleri çağa uymuyordu. Yenildiler.
Böylece 'irtica' kavramı siyasi lisanımıza yerleşti. Hep irticadan korkuldu. Hep ona karşı tedbir alındı.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, Nisan 1909'da irtica; gerçekçi, makul, çağa uygun bir nitelemeydi.
Ancak yıllar geçtikçe kavramın kullanım biçimi değişti. Cumhuriyet kurulmuştu. Halkta eski rejime dönmek gibi arzu yoktu. Geçmişi
değil, geleceği talep ediyordu insanlar.
Bu yöndeki eleştiri ve istekler tek parti iktidarına yönelikti.
Cumhurbaşkanı Atatürk'e büyük saygı vardı. Ama onun dışındakiler yerden yere vuruluyordu.
Ancak bu "geleceğe" yönelik talepler, ifade ediliş biçimi geleneğin ve dinin kavramlarından kurulduğu için "irtica" diye adlandırıldı.
Mesela Demokrat Parti'nin CHP'yi yendiği 1950 seçimlerini hâlâ " karşı devrim " olarak adlandıranlar vardır.
(Ara notu 2: GK Başkanı olması beklenen KKK Org. İlker Başbuğ'un da Eylül 2006'da aynı değerlendirmeyi yapması büyük talihsizliktir.)
Halbuki 1950 ileriye doğru büyük bir atılımdı. çünkü demokrasi böyle bir süreçtir. Halkın 'olgunlaşmasını' beklemek, iktidarın eski sahiplerinin uydurduğu bir hurafedir. Hasolar, Memolar demokratik süreç içinde olgunlaşır.
Artık bugüne gelelim.
31 Mart'ın 99'uncu yılında hâlâ irticadan söz ediyoruz. Ancak her şey tepe taklak olmuş durumda...
'İrtica' kavramını icat edenlerin torunları, bugün " tutuculuğu " temsil ediyor. İçlerinden, hayalperest olanlar, 1930'ların Türkiye'sini, yani 'eski rejimi' arzuluyor.
Bunun mümkün olmadığını bilen gerçekçiler ise "Hiç olmazsa statükoyu koruyalım" diyerek Avrupa Birliği ile özdeşleşmiş tüm değerlere ( demokrasi, şeffaflık, hukuk devleti, vb. ) karşı çıkıyor.
Enerji israfı!