Fert veya cemaatlere bakış açımız
Kimi zaman şahıs veya cemaatleri değerlendirirken, Kur’ân ve Sünnetin adalet ve hakperestlik gözlüğüyle değil; indî, hissî, nefsî, yersiz, haksız bir gözle bakarız. Ve tenkide yöneliriz. Halbuki, ferasetli bir mü’min âdil olmalı.
Adalet; yalnızca mahkemelerde cereyan etmez. “Her şeyi yerli yerine koymak!” şeklinde tecellî ederek, atomdan galaksilere kadar ve nihayet kâinatın her tarafında geçerli; kâinatın Yaratıcısının Âdil isminin tecellîsi olan bir kanundur. İnsan da bu kâinattan süzülmüş olduğuna ve hür irade ile donatıldığına göre; onlardan geri kalmamalı. Ki, ‘kâinatın ezelî tercümesi’ Kur’ân’da da bu hakikat şöyle nazara veriliyor:
“Adalet üzere olun ve Allah için şâhitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.” 1
Kişileri, yöneticileri, değerlendirirken âdil olmak gerektiği gibi, cemaat, meslek ve meşreplere de hakkâniyetle yaklaşmalı. Tabiî ki, önce adaleti kendinden başlayarak uygulamalı. Nefsimizi avukat gibi müdafaa etmemeli. Hakkâniyet ölçülerini şöyle maddeleştirebiliriz:
1- İnsan hatâdan hâlî olmaz. Bazen istemeyerek de olsa hatalar işleyebilir, kusurlar işleyebilir. Dolayısıyla zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir cemaat de, tamamiyle masum olamaz.
2- “Bir Müslüman’ın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez” ve “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir” 2 kaidelerince, kişi veya cemaatlerde hatalar, kusurlar görülebilir. Sözlerinde, icraatlarında, yayınlarında hatâ ve kusur işleyebilirler.
3- Eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu bakmalıdır. Eğer olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.
“Cenâb-ı Hak, haşirde, adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbâbı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayıca) veya keyfiyeten (nitelikçe) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” 3
4- “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”
Dipnotlar:
1- Nisâ Sûresi, 135., 2- Mektûbât, s. 354., 3- Lem’alar, s. 241., 4- Lem’alar, s. 91.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.