Kanunî’nin Fuzûlî’si, ya da Fuzûlî’nin Kanunî’si
Kanunî devrinin kudretli şairlerinden Fuzûlî’nin, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü, almadılar/ Hüküm gösterdim, yararsızdır deyü, mültefit olmadılar” (önemsemediler) mısralarını da içeren meşhur “Şikâyetnâme”sini hatırlarsınız sanırım.
Bu mısralar, biliyorsunuz, rüşvetin Kanuni devrinde bile varlığına delil gösteriliyor... Ancak durum öyle değildir: Fuzûlî, o mısraları maaşının gecikmesine kızarak yazmıştır.
Bundan daha önemli olan husus ise, Bağdat civarında ikamet eden bir şairin, “Şikâyetnâmesi”ni devletin en tepedeki yöneticisine, yani padişaha ulaştırabilmesidir.
Bundan iki sonuç çıkar:
1. Son derece geniş (neredeyse 20 milyon kilometrekare) bir coğrafya üzerine yayılmış Osmanlı Devleti’nde müthiş bir haberleşme sistemi vardır...
2. İsteyen her vatandaş, bir şekilde sesini devletin en tepesinde oturan yöneticiye (Padişaha) bile duyurabilme imkânına sahiptir...
Yaşadığımız “İletişim Çağı”nda, tepedeki yöneticilerimize aynı kolaylıkta ulaşılabildiğini söylemeyi ne kadar isterdim.
Ancak ne yazık ki, bunu söyleyebilme imkânından mahrumum: Zira okunan ve tanınan bir yazar olduğum halde, bırakınız tanımadığım yöneticilere, yönetimdeki eski arkadaşlarıma dahi ulaşmakta büyük zorluklar çekiyorum.
O kadar ki, sonunda pes ediyor, düşüncelerimi ya radyo ve televizyonlarda dillendirerek yahut köşemde yazarak ulaştırmaya çalışıyorum.
Ama “Yazı okuyan, söz dinleyen içindir” derler. “Okumayan için hiçbir kitap yazılmamış, dinlemeyen için hiçbir söz söylenmemiştir” kuralınca, sesimi ulaştırabildiğimden yine de emin olamıyorum.
Ya sade vatandaşlar ne yapsın? WikiLeaks’ın internette yayınladığı “diplomatik notlar”a göre, “Çevresi kibirli ve yağcı danışmanlarla çevrili” yüksek makamlara şikâyetlerini nasıl ulaştırsınlar? Bunca “İsabet buyurdunuz” diyenlerin arasından sıyrılıp “Kral çıplak” diye bağıranların seslerini duyurması, mümkün mü?
Gelelim Fuzûlî’nin “Şikâyetnâmesi”nin hikâyesine...
Fuzûlî, Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir o tarihte. Kanunî’ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildirmiş ve kendisine devlet hazinesinden makul bir maaş bağlanmasını istemiştir.
Bunu dikkate alan Padişah, Fuzûlî’ye, Bağdat’taki vakıf gelirinin, masraflar çıktıktan sonra, artanından (zevayid) bir miktar maaş bağlanmasını emreden bir “berat” göndermiştir.
Fuzûlî, beratı alır almaz vakıf idaresine gitmiş, Padişah’ın emri gereğince kendisine maaş bağlanmasını istemiştir. Ne var ki, bürokratik engelleri aşamamış, “Bugün git yarın gel”lerin ardı arkası kesilmemiştir. Aradan haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen, maaşı bir türlü bağlanmamıştır.
Vakıf idaresine birkaç kez gidip her seferinde eli boş dönen şairin sonunda tepesi atmış, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü almadılar” mısraını da içeren meşhur şiirini işte bu yüzden kaleme almış, o tarihte Kanuni’nin Genel Sekreterliğini yapan Nişancı Celalzâde’ye göndermiştir. Oradan da şiir Kanuni’ye ulaşmıştır.
Bu şiirinde Fuzûlî, bürokrasinin yavaş işlemesinden yakınmakta, özellikle vakıf dairesinde çalışan memurlarla arasında geçen “dedim-dedi” bölümünde, hâlâ aynı havalarda dolaşan bürokratik ahlâkı sorgulamaktadır.
Fuzûlî, bürokratik yavaşlık karşısında nihayet pes eder ve Padişah’a bir “Şikâyetnâme” yazmaya karar verir:
“Gördüm ki, sualime cevaptan gayri nesne vermezler ve bu berat ile hacetim (ihtiyacım) reva görmezler, nâçar (çaresiz) terk-i mücadele kıldım (mücadeleden vazgeçtim). Meyus u mahrum, guşe-i uzletime çekildim” (hiçbir şey elde edememenin karamsarlığı içinde yalnızlığıma çekildim).
Demek istediğim şu ki, bazıları tarafından “Kanuni döneminde yaygın rüşvet vardı” şeklinde yorumladığı meşhur “Şikâyetnâme” yaygın rüşvetten dolayı değil, maaşının gecikmesine kızan Fuzûlî’nin özel meselesinden dolayı yazılmıştır.
Fuzûlî’nin şikâyetinin dikkate alındığını ve sorunun hemen çözüldüğünü söylememe sanırım gerek yok.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.