Fatih’in hocası Ak Şemseddin kimdir?
Siyami Adakoğlu;
“Fatih’in hocası Ak Şemseddin hakkında bilgi verir misiniz? Kimdir, nereden gelmiştir?”
• Bu yürek adam, Şehzade Mehmed’den “Fatih” çıkaran sırrın mimaridir...
Talebesinin ruhunu gergef gibi işlemiş, kozasını örmüş, nihayet ipek böceği kozasından çıkıp uçmaya başlayınca kendisi için önünde tek bir rota bulmuştur: Şehzade bu rotayı takiple fethi gerçekleştirmiştir.
Fetih sırasında karşılaştığı muazzam güçlüklerle ümidi tökezler gibi olduğu bocalayış anlarında hep Ak Şemseddin Hoca’sını yanında bulmuş, Peygamber müjdesini onun sesinden her duyuşta âdeta yeniden dirilmiş, ümitsizliklerin, tersliklerin üstesinden gelerek Bizans kördüğümünü parçalamıştır.
Hoca, (Ak Şemseddin) talebesinden (Fatih’den) tam kırk iki yaş büyüktür. Bu bakımdan münasebetleri hoca-talebe münasebetlerini çok çok aşmış, aynı mefkûreye, ayne ideale, aynı hasrete yürüyen bir baba-oğul münasebeti hâlinde kutsîleştirmiştir.
Hoca’nın iman ve tasavvuf dünyası genç Padişah’ı öyle bir cezbetmiştir ki, bir gün Şeyh’inin huzuruna bin rica ile girerek: “Şeyhum, sana bir hacet içun geldum; Padişahlık ayruk bana yüktür, beni halvete koyup irşat eyle” demek suretiyle, dervişliği padişahlığa tercih ettiğini belirtmiş, ancak Şeyh’inden bu konuda yüz bulamamıştır.
Ak Hoca Bizans’ın manevî fatihidir. Harap hâlde ele geçirilen şehri yeniden inşa eden aksiyonun merkezi, ayrıca Eyyub Sultan Hazretleri’nin kayıp kabrini bir murakabe anında keşfeden büyük bir velidir.
O kadar ki, fetihten sonra Fatih, onun varlığıyla övünmüştür. Vezir-i Azamı Mahmud Paşa’ya söyledikleri meşhurdur: “Bu ferah ki bende görürsüz; yalnız bir kal’a (İstanbul) fethine değildür. Ak Şemseddin gibi bir pir-i aziz, benum zamanumda olduğuna sevinurum.”
Ak Şemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. Saçı-sakalı erken ağardığı ve beyaz giymeyi sevdiği için “Ak Şeyh” lakabıyla meşhur olmuştur.
1389-90 tarihinde İskilip’de dünyaya gelmiş, 1459’da Göynük’te ölmüştür. Gençliğinde Ankara’ya göç etmiş, Hacı Bayram-ı Veli’den feyz almıştır.
“Takvim Devrimi”
hangi ihtiyaçtan doğdu?
Kadriye Azer/İztanbul;
“Şapka devrimini, harf devrimini filan anladık da, takvim devrimi neyin nesidir anlayamadık. Hangi ihtiyacın ürünüdür?”
• Tabii ki Batılılaşma ihtiyacının, Kadriye Hanım. Vaktiyle, “takvim devrimi” de diğer devrimler kadar önemsenmişti. Uğruna kavgalar verilmiş, sert tartışmalar yapılmıştı...
Şimdi garip gibi duruyor ya, “takvim devrimi”ni savunan milletvekilleri, bu sayede Avrupalılaşacağımızı ve “medeni milletlerin bir rüknü” (ayrılmaz parçası) haline geleceğimizi savunuyorlardı.
Sonunda devrim gerçekleşti. Alişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan “Hicri Takvim” bırakıldı, yerine “Gregoryan stili Miladi Takvim” kabul edildi.
Bu sayede Avrupalılaşıp “medeni milletlerin bir rüknü” haline dönüşmüş müyüz bilmiyorum, bildiğim şu ki, “Avrupalılaşma-medenileşme” isteğimizi, yakın tarih boyunca, (teey Tanzimat’tan bu yana) her toplumsal değişimin önüne koyduğumuz halde, Avrupalılar nazarında “Avrupalı” sayılmıyoruz.
Sınır Meriç’ten çiziliyor, Sarkozy ve Bayan Merkel bize boş veriyor. Avrupa Birliği’ne filan almadan “imtiyazlı ortaklık”la savuşturmak istiyorlar!
Anlaşılan önceki denemeler, devrimler filan bizi Avrupa’ya ulaştıramamış. Ulaştırabilseydi, hâlâ “Avrupalılaşmak” uğruna çırpınır durur, hatta başörtüsünü bile yasaklamaya kalkışır mıydık?
Neymiş? Avrupalı kadınların başı açıkmış...
Ama onlar “Hıristiyan gelenek”ten geliyor, biz ise “Müslüman gelenek”ten geliyoruz...
Dinimiz farklı, dilimiz farklı, kültür ve medeniyet kaynaklarımız farklıdır.
Düşünün ki, önerileri doğrultusunda vaktiyle saltanat ve hilafeti kaldırdık; kıyafetlerini, alfabelerini, müziklerini, kanunlarını, hatta gelenek ve göreneklerini kabul ettik...
Bitmedi: Yüzyıllar boyu konuştuğumuz dili bırakıp “uydurukça”yı benimsedik; Fransızca “madame”dan (madam) dönme “bayan”la, “monsieur”den (mösyö) bozma “bay”ı ithal ettik...
Yetmedi: Dini kimliğimizle ve milli varlığımızla yüzyıllar boyu örtüşüp bütünleşmiş selamımızı atıp “İyi sabahlar” anlamındaki Fransızca “bonjoure”un (bonjuğ) tercümesi olan “günaydın”ı aldık.
Kafalarımız bu yüzden çok karıştı: Kimimiz “hello” dedik, kimimiz “selam” diye kısa kestik, kimimiz temenna ettik, kimimiz baş sallayıp durduk.
Yine de Avrupalılaşamadık gitti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.