Çocuklarımızın yüreğine pusula koymak
Yetişme çağındaki çocuklarımıza, gidecekleri yönü gösteren bir “pusula” veremiyoruz...
Pusula veremediğimiz için, her şey tesadüflere kalıyor. Düşe-kalka yürüyor, el yordamıyla yönlerini bulmaya çalışıyorlar. Bu da daha fazla zaman ve daha çok çaba gerektiriyor. Tabiatıyla, pusulası olan bireylerden oluşan milletler tarafından geçiliyoruz.
Çünkü onlar yönlerini el yordamıyla bulmaya çalışmıyorlar. Her birey, nereye ulaşması gerektiğini biliyor. Sistem, çocuklarını analiz ederek, kabiliyetlerini yönlendiriyor.
Osmanlı da zaten bu yüzden başarılıydı: Her birey ne yapacağını, nereye gideceği biliyordu.
Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’yu Müslümanlaştırıp Türkleştirmek için, denize akan ırmaklar gibi, Anadolu’ya akan onca aşiretin arasından neden sadece Kayı Aşireti’ne devlet nasip oldu sanıyorsunuz?..
Düşündünüz mü hiç?..
Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Çandaroğulları, Germiyanoğulları gibi, Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından neden sadece Osmanlı Beyliği, imparatorluk burcuna yükseldi?..
Çünkü Osmanlıların önünde belirlenmiş bir “hedef” vardı... Yürek pusulaları o hedefe ayarlıydı. Her bireyin “varlık sebebi” hedefe ulaşmaktı.
Hem “dini”, hem de “milli” hedefler belirlenmiş, herkes ölümüne yürümeye and içmişti.
Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”!..
Milli hedef: “Kızıl Elma” idi. Bu ikisi bütünleşti ve devlet felsefesine dönüştü. Sonra araya “geçici hedef”ler serpiştirildi...
Meselâ, Osman Gazi’nin hedefi aşiretini devlet yapmaktı...
Fakat imkânlar elvermiyordu. Devlet hayalini, imkânlarının artacağı güne ertelemedi, elinde olanı en iyi şekilde değerlendirdi ve aşireti devlet yaptı.
Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın hedefi, Rumeli’yi fethetmekti...
Fakat Çanakkale Boğazı’nı geçebileceği gemileri yoktu. “Yoklar”a teslim olup bekleyeceğine, ağaç kütüklerini asmalarla bir birlerine bağladı, yaptığı ilkel sallara kırkar kişilik silâhlı kuvvet bindirip karşı tarafa geçirdi ve o kuvvetlerle Rumeli’yi fethetmeye başladı...
Sultan İkinci Murad’ın hedefi bir “Fatih” yetiştirmekti: Bunun için Ak Şemsüddin başta olmak üzere, devrin en kifayetli, en bilge hocalarını saraya çağırdı, ve bir “oğul”dan “Fatih” üretti. Ayrıca, “Feth-i Mübin”e devletini bir an önce ulaştırmak için, hayatının en verimli çağında, tahttan feragat edip Manisa’ya çekildi. Bu feragatı kavrayamayanların iktidar oyunları olmasaydı, fetih günü daha da erken gelebilirdi.
Sultan İkinci Mehmed’in hedefi Bizans’tı: Ya alacak, ya da uğruna ölecekti. Ölmedi, aldı.
Yavuz Sultan Selim’in hedefi hilafetti: Önce Çaldıran, ardından Trabzon Rum İmparatorluğu, nihayet Anadolu birliği ve “Mısır Sefer-i Hümâyûnu”... Kader, Yavuz Padişah’ı bu meşakkatlerin içinde pişirdi, olgunlaştırdı ve hakkettiği zaman “halifelik”le ödüllendirdi.
Unutmayın: Ancak şartlara direnirseniz ödüllendirilmeyi hakkedersiniz...
Ve ancak ödülü hakkettiğinizde ödüllendirilirsiniz!
Gördüğünüz gibi, ancak milli hedefi dini hedefle bütünleyebilenler “Devlet-i Ebed Müddet” tefekkürüne ulaşır.
Osmanlı işte bunu başardı: Diğer beylikler yalnızca “Milli Hedef” belirledikleri için yarı yolda kalırken, o hem imparatorluk oldu, hem de tarihte hemen hemen hiçbir millete nasip olmayacak kadar uzun ömürlü bir devlet kurdu.
İnancını aksiyona dönüştürebildi ve devlet hayatının itici gücü yapabildi.
İnsanlar da böyle olmak zorunda; bunun için de hedef sahibi çocuklar yetiştirmek durumundayız.
Gideceği yeri bilen, yılmayan, yıkılmayan, pes etmeyen, düştüğü yerden kalkabilen insanlara ihtiyacımız var.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.