Yeni bir “Yaşam Projesi” olarak “Devr-i Saâdet”
Hayata hâkim olan halete bir bakın: Aşırı tüketimin, paylaşımsızlığın, bencilliğin, zevk merkezli hayat tarzının, kadına yönelik her türden şiddetin (kıyafetine müdahale dahil), merhametsizliğin, eşkiyalığın, vurgunun, soygunun, fuhşun, kumarın, kısacası sapkınlığın her türlüsü kol geziyor.
“Devr-i Saadet” öncesi de böyleydi. Hayat tam bir kâbustu. Suçları “asîl” olmamak olan insanlar alınıp satılmakta, kız çocuğu doğuran kadınlar aşağılanmakta, kız çocuk babaları utandırılmakta, bu yüzden kız çocukları, “ihtiyaç fazlası” sayılıp diri diri gömülmektedir. (Hz. ömer bile cahiliye döneminde bunu yaşamış, Müslüman olduktan sonra ise bunun hüznünü ömür boyu taşımış bir babadır)
Hayat kin üzerine kuruluydu… Kadın ya tamamıyla “zevk aracı”, yahut hizmetkârdı… Her türlü yalan-dolan, üçkâğıt “maharet” sayılıyordu.
İnsanlar ve kabileler öç peşindeydiler. Ahlâk sukut etmiş, zina aleniyete dökülmüştü. Sarhoşluk veren her türlü madde son derece yaygındı. İnsanları ayık görmek neredeyse imkânsız hale gelmişti. Eğlencede sınır yoktu, her türden taşkınlık “normal” sayılıyordu.
Efendimiz, yaradılış hikmetiyle bu kadar tersleşen, bir bakıma şirazesinden çıkmış böyle bir topluluğu düzeltmek için gönderildi. İmanıyla, ahlâkıyla, sevgisiyle, müsamahasıyla, merhametiyle, sadakatiyle ve yardımseverliğiyle bütün hayatı kuşattı… Kendisine zulmedenleri, kendisini taşlayanları, düşsün diye yoluna çukur kazanları, ambargo koyup açlıktan öldürmeye kalkışanları affetti…
“Kin”in önüne “af” kavramını koydu… “İntikam” duygusunu “sevgi”, “bilgi” ve “tebessüm”le öldürdü… “Kadın”ı gömülmekten kurtarıp Kur’an-ı Kerim’de öngörülen statüsüne kavuşturdu; yüceltti, erkekle aynı konuma getirdi…
Salt kendine yaşayan bencil bir topluma yardımlaşmayı, yani başkaları için de yaşamayı öğretti.
Bu bir “Yürek İnkılâbı”ydı ve yeryüzünde silahsız gerçekleştirilmiş tek “devrim”di. İşte bu yüzden üzerinde durulmalı ve tüm beşeri reçeteleri (kapitalizm, komünizm, faşizm, demokrasi) uyguladıktan sonra tekrar bunalmaya başlayan dünyaya sunulmalıdır.
çünkü “Devr-i Saâdet” dönemi, “Yeni Bir Yaşam Modeli”dir… Mimarı da Peygamber-i âlişan Efendimizdir. (Peygamber-i âlişan sonrasında, bu modeli en iyi Osmanlı Devleti hayata geçirdi ve bu sayede hızla başarıya ulaştı) Modelin üzerinde durduğu ayaklar: iman, ilim, ibadet, fazilet, feraset, ahlâk ve infak (yardımlaşma) olarak özetlenebilir.
İman, insana diri duruş sağlayan en güçlü donanımdır. Bu gerçek, beşer tarihinin tesciliyle sabittir. İmanları sayesinde Hz. Havva Anamızla Hz. âdem Babamız vahşi dünyaya karşı direnebilmiş, Hz. Nuh tufana, Hz. Eyyüb hastalığa, Hz. Yunus kendisini yutan balığa, Hz. Yakub karanlığa (Yusuf’a ağlamaktan gözleri kör olmuştu), Hz. Yusuf zindana, Hz. İbrahim Nemrud ateşine, Hz. Musa Firavun’a, Hz. Muhammed Mustafa (hepsine selam olsun) ise Ebucehil’e ve Ebucehil’in kontrolünde tuttuğu tüm imkânlara yenilmemiştir.
Bediüzzaman, işte bu vak’alara dayanarak, “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden insan dünyaya bile meydan okuyabilir” demiştir.
Osmanlı insanının, kendisinden kat kat üstün düşman karşısında bile diri duruşunun hikmeti imanının kuvvetidir. Göz kamaştırıcı zaferlerinin kaynağı da aynıdır. Zafere inanmıştır, kazanmak için var kuvvetiyle çalışmıştır ve hak etmiştir.
İlim, insanı kendinden emin yapar. Hayatı ve kâinatı kavramasını sağlar. Bu da, imanın ürettiği içsel güce kalite katar. İnsana dengeli bir duruş kazandırır.
İbadet, iç huzuru sağlar. İç huzuruna ulaşmış insanlar kendisiyle barışık yaşar. Stres ve depresyon gibi çağın hastalıklarına kapılmaz.
Ayrıca ibadet, arınıp Allah’a ulaşmanın en kestirme yoludur. Hangi makamda olursa olsun, “kul”un, Yaratıcı Kudret karşısında kendi aczini idrak etmesini sağlar. Fatih’in zaman zaman imzasını “abd-ı âciz” (âciz kul) diye atması, Yavuz Sultan Selim’in, “Hicaz’ın hakimi değil, hâdimi, yani hizmetkârıyım” demesi, bu anlayışın tarih içindeki insanımıza yansımalarıdır.
Fazilet, sadece insanda var olan iradeyi (tercih hakkını) doğru kullanarak ulaşılabilen bir irtifadır. Kaynağı şeriattır (devlet çapında değil, birey bazında). Bediüzzaman, “Şeriat fazilettir” derken, herhalde Devr-i Saâdet’i ve onun yansıması olan Osmanlı insanını kasdetmiştir. Faziletli olmak, Allah’ın emirleri ve yasakları çerçevesinde yaşamak anlamına geliyor: Yani hayatın her safhasını “günah-sevap” dengesinin üstüne kurmak...
Feraset, her anlamda uyanıklık (tayakkuz) halidir. Hadiseler karşısında apışıp kalmamayı sağlar. Bu bağlamda Müslümanın feraset sahibi olması Müslümanlığının gereğidir.
Ahlâk, insanlıkla hayvanlık arasındaki çizgiyi belirler. İnsan ahlâkî normlar sayesinde duygularının kontrolüne girmekten kurtulur. Hayvanlar gibi içgüdüsel değil, kontrollü yaşar. Gerektiği zaman duygularını denetlemeyi ve dizginlemeyi öğrenir.
İnfak ise, hayatı “savaş” gibi gören ve “hayat mücadeledir” anlayışını hayata hâkim kılmaya çalışan ve bu yetişme tarzı yüzünden dünyayı büyük bir savaş alanına çeviren (iki dünya savaşı ile birlikte tüm savaşları ve terörü hatırlayın) Batı düşüncesine karşı en tutarlı alternatiftir. Yardımlaşma barışı besler.
Bunlar “sevgi” kaynaklı kavramlardır. Osmanlı bu kavramları doğru uygulamıştır, çünkü yüreğinde Allah ve Peygamber sevgisi eksenli insan sevgisi vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.