Erdoğan “dobra” bir lider... Kıvranma yok, kıvırma yok!
Bana; “Erdoğan’ı, Erdoğan yapan en önemli özelliği nedir?” diye sorsalar, derim ki; “dobra”lığıdır, “sözünün arkasında durması”dır, “içinin-dışının bir olması”dır, “olduğu gibi görünmesi, göründüğü gibi olması”dır... Hasılı kelâm; “gönlünde” veya “kafasında” ne varsa, “dilinde” de onun olmasıdır...
Açıkçası, “kıvırmaması”dır!..
Yok “yanlış anlaşıldım”mış, yok “öyle demek istemedim”miş, yok “kastını aşan ifade kullandım”mış, hiç böyle “kıvırma”lara girmiyor Tayyip Bey...
Ne kıvranıyor,
Ne de kıvırıyor!..
“Ne dediysem o!” diyor ki; Tayyip Erdoğan’ı diğer liderlerden “farklı” kılıyor.
Gerçi Kemal Kılıçdaroğlu ile Tayyip Erdoğan’ı kıyaslamak, “Erdoğan’a hakaret” olur ama, farz edelim ki, böyle bir “kıyaslama” yapıldı... Görülür ki, aralarında “uçurum”lar vardır.
Çünkü Kılıçdaroğlu, “ağzından çıkan sözün daha tükürüğü kurumadan tornistan etmesi” ile ünlüdür... Tayyip Erdoğan ise; “ağzından çıkan sözün arkasında durmasıyla” bilinir.
UCUBE LÂFIM HEYKEL İÇİNDİ
Buna, önceki gün Katar’ın başkenti Doha’da, “10 gazeteci” ile yaptığı “sohbet toplantısı”nda bir defa daha şahit oldum.
Zaman’dan Ekrem Dumanlı, Hürriyet’ten Enis Berberoğlu, Star’dan Mustafa Karaalioğlu, Sabah’tan Erdal Şafak, Türkiye’den Nuh Albayrak, Akşam’dan İsmail Küçükkaya, Habertürk’ten Amberin Zaman, Yeni Şafak’tan Özlem Albayrak ve Bugün’den Erhan Başyurt ile benim bulunduğum sohbet toplantısında, ilk soru, “heykel” konusu oldu...
Ne yalan söyleyeyim;
Arkadaşların genel kanaati, Başbakan’ın “sözlerini tevil edeceği” şeklinde idi... Sanıyorlardı ki; Erdoğan “ucube” lâfını “heykel” için değil de, etrafındaki “gecekondular” için söylediğini bildirip, “yanlış anlaşıldım” diyecek.
Hayır, öyle demedi...
Hiç kıvranmadan ve de kıvırmadan, büyük bir rahatlıkla dedi ki;
“Sözümü oraya-buraya çekmeye hiç gerek yok... Ucube ifadesini heykel için kullandım... Heykelin içeriği ile hiç ilgilenmiyorum... Televizyonda bu konuyu konuşanlar, heykeli görmeden konuşuyorlar.
Belediye Başkanı sıfatıyla söylüyorum. Heykelin olduğu yerde tarihi eserler var. Heykel ile ilgili takdir yetkisi kullanmak için, illâ da Güzel Sanatlar Mezunu olmak şart değil...
Şarkı türkü için yoldan geçen vatandaşa “beğendin mi?” diye soruyorlar. Konservatuar mezunu musun diye sormuyorlar.
O arkadaş, Kars AK Parti eski Belediye Başkanı neden yeniden aday yapılmadı? Çünkü aradığımız vasıflar o arkadaşta yoktu. Muhafazakar demokrat anlayışımıza uymadığı için bir daha aday gösterilmedi.
O heykelin bulunduğu yeri biz iktidara geldiğimizde temizlemeye başladık. Kamulaştırmalarla Seyyit Hasan el Harkani türbesi ve cami ortaya çıkarıldı. Caminin kubbesi ile heykelin bulunduğu tepenin yüksekliği adeta eşit. Üzerine bir de 48 metrelik heykel var. Tarihi eseri gölgeleyecek bir inşaata izin veremezsiniz. O heykel yapılmaya başlandığında Belediye Başkanı’nı uyardım. Nitekim Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ‘yıkılsın’ kararı verdi. Belediye Başkanı uygulamakla sorumlu.”
O PARAYI KARS’A HARCASAYDI!
Sözün devamını, dünkü “haberimizde” verdik...
Ama, bir de “heykele harcanan para” vardı... Bir ara; “Heykel, 1 milyon 250 Bin Lira’ya malolmuş” dedim... Tayyip Bey bunun üzerine dedi ki;
“Kars gibi bir yerde; sen kalk 1 milyon 250 Bin Lira’yı heykel için harca!.. Hiç olacak şey mi bu?.. O parayı, vatandaşın bir ihtiyacını görmek veya altyapı-üstyapı için kullanmak varken, heykele harca!..
Hedef saptırmaya gerek yok!..
Kim ne derse desin; ben gerek 4.5 yıllık belediye başkanlığım döneminde, gerek 7.5 yıllık başbakanlığım döneminde hiçbir heykel ve hiçbir tarihi eser yıkmadım.”
Sanıyorum, Erdoğan’ın bu sözleri tartışmalara son noktayı koyacaktır... Çünkü, “gayet açık ve net” konuştu Tayyip bey!..
Kıvırmadı!.. Kıvranmadı!..
NİYET OKUYUCUSU TAVŞANLAR!
Aynı kararlılığı “seçim tarihi” konusunda da gösterdi... Bazı “niyet okuyucular” öyle demiş ya; referandum “12 Eylül’de” yapıldı ya, böylece “darbeye nazire” yapıldı ya, güya seçimi de “27 Mayıs’ta” yapmayı düşünüyormuş Erdoğan!..
Bundan amacı “27 Mayıs İhtilâli ile hesaplaşmak”mış!..
Bu “niyet okuyucular” var ya, “tavşan”dan hiçbir farkları yok... Hani, “bayram yerleri”nde veya “lunapark”larda “tavşan”lar vardır, önlerindeki “tabla”lardan “niyet” yazılı kâğıtları çekerler ya; Türkiye’deki “niyet okuyucular”ın yaptığı da bu!..
Önlerine konulan “yazılı kâğıtları” çekiyorlar, orada ne yazıyorsa, söylüyorlar!..
Bunların “tavşan” kadar da beyni yok... Eğer birazcık beyinleri olsaydı, düşünürler, araştırırlar ve dolayısıyla desteksiz sallamazlardı...
Öyle ya;
Referandumum “12 Eylül’de” yapılmasına karar veren Hükümet değil, Yüksek Seçim Kurulu’dur!..
Bu bir... Gelelim ikinci iddialarına...
Neymiş, seçim “27 Mayıs’a” alınacakmış da, böylece “27 Mayıs’la hesaplaşılacak”mış!..
Ulan “tavşan beyinli”ler;
Bari “takvim yaprakları”nı bir karıştırın da, öyle konuşun!.. Bakın, “27 Mayıs 2011” tarihi “hangi güne” geliyor?..
Bakmadan sallıyorlar!..
“Takvim yapraklarını karıştırma” zahmetine girmeyenler, “ülkeyi karıştırmak” için, işkembeden sallıyorlar!..
Baksalardı, görürlerdi ki;
27 Mayıs tarihi “Pazar” gününe değil, “Cuma” gününe rastlıyor.
Eee, “Cuma” günü de seçim yapılmadığına göre, nereden çıktı bu “27 Mayıs’la hesaplaşma” palavrası?..
Tayyip Erdoğan, bizlere yaptığı açıklamada bu konuda da son noktayı koydu ve dedi ki; “Seçim tarihini Mayıs’a alma gibi asla bir düşüncemiz ve plânımız yok... Haziran’da yapmayı planlıyoruz... Arkadaşlarımız, tarih tesbiti konusunda çalışıyor... Herhalde Şubat sonu veya Mart başında karar alır ve açıklarız.”
10 YILDIR NİYE İÇERİDELER?
İşin doğrusu; Tayyip Bey ve kurmayları, kelimenin tam anlamıyla şifâyı kapmışlar... Erzurum ve Kars’ta, hepsini de soğuk çarpmış!.. “Sesleri gitmiş” bir yandan, “titreme nöbetleri” bir yandan, “grip” yakalarını bırakmıyor!..
Artık, Erdoğan’ın doktoru Koray Gürsel bile hastaydı dersem, gerisini siz hesap edin...
Bu manzarayı görünce; Erdoğan’ı daha fazla yormak istemedik...
Gündemle ilgili bir-iki soru sorup ayrılmayı düşünüyorduk ki, lâf lâfı açtı... Tayyip Bey de; bütün yorgunluğuna ve rahatsızlığına rağmen, sorularımıza açık yüreklilikle cevap verdi.
Meselâ, “tahliyeler” konusu.
Erdoğan, “Hizbullahçıların tahliye ediliyor olmaları” konusunda; “Ona takılıp kalmayın” dedi ve ekledi:
“Bu iktidarın değil yargının tasarrufudur... ‘Bu bizden, o değil’, mantığı ile olaya yaklaşmak yanlış. Asıl sorulması gereken soru şudur: 10 yıldır bu insanlar, neden orada duruyor?.. İster ilk mahkeme ister Yargıtay olsun, karar neden sonuçlandırılmıyor?”
Ve arkasından bir başka soru:
“Peki çözüm plânınız ne?”
Cevabı şu oldu:
“Yargıtay ve Danıştay’da daire ve üye sayısını arttırmak için çalışmalar sürüyor. Geçmişte talepleri vardı, onları yerine getireceğiz.
Ayrıca istinaf mahkemelerini devreye soktuğumuzda, Yargıtay’ı rahatlatacağız. Aşağıdan gelen dosya sayısı azalacak. Seçime kadar ilerleme olacak.”
ANAYASA’YI HALK YAPACAK!
Peki, seçimden sonra?.. Seçimden sonra ne yapmayı plânlıyor hükümet?..
Elbette “yeni anayasa” yapılacak!..
Peki, nasıl?..
Erdoğan, belki de ilk defa “Anayasa’nın halk tarafından yapılacağını” ifade etti ve sözlerine şöyle açıklık getirdi:
“Bu anayasayı anayasacılar yapmayacak... Toplumun geniş katmanları yapacak. Anayasacılardan son aşamada teknik yönden istifade edeceğiz. STK’lar, gençlik, kadın dernekleri, sendikalar, ekonomistler ve sosyal bilimciler bu anayasayı yapacak.
En geniş anlamda katılım sağlayacağız. Toplumun anayasayı anlamak için tercümana ihtiyacı olmayacak. Seçimden sonra bunu gerçekleştirebileceğimiz bir meclis tablosu arzu ediyoruz. Şu anda STK’larda başlayan çalışmalar var. Bundan gurur duyuyor ve teşvik ediyoruz.
Anayasa kısa, öz ve ileri demokrasiyi hedefleyen, özgürlükleri ve temel hakları teminat altına alan, anlatılabilir bir metin hayal ediyorum.
Kadın hakları konusunda çok adım attık ama bu anayasa, kadın haklarını teminat altına alacak. Aile yapımızı muhafaza altına alacak bir anayasa olacak. Şu andaki anayasada da bu koruma var ama daha somut bir teminat olması gerekiyor.
Aile yapımızı bozmak isteyenler var.”
DEVLETÇİ DEĞİL, MİLLETÇİ
Şunu bir defa daha farkettim ki, Tayyip Bey; “devletçi” değil, “milletçi” bir lider... Hayır, “milliyetçi” değil, “milletçi” bir lider... “Halkçı” bir lider!..
Önceliği “millet”.
Öyle sanıyorum ki; Tayyip Bey, Şeyh Edebali’nin; “İnsanı yücelt ki, devlet yücelsin” sözünü kendine düstur edinmiş... Bütün icraatlarının merkezinde “insan” var!..
“Yeni Anayasa”yı da, “insan merkezli” yapmak gibi bir hedefi var...
Peki, bunun neresi kötüdür ki; MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, hemen karşı çıktı...
Dün, demiş ki;
“Anayasayı halk yapar denilmesi, milletin aklıyla alay etmek anlamına gelir!.. Bu sistemin içini boşaltmaktır. Kuralların ve kurumların içini boşaltmaktır. Başbakan Erdoğan; bu sözüyle neyi kastettiğini millete anlatmalıdır.”
Şu hâle bakın;
Bu sözleri, “milliyetçi” bir partinin kurmayı söylüyor...
Merak ediyorum; bunlar “milliyetçilik” maskesi altında “devletçilik” mi yapıyorlar?..
Sistemin içi niye boşalıyormuş ki?..
Sistem, zaten “millet” için var değil mi?.. Bugüne kadar, birileri, hep “millet adına” karar verdi de ne oldu?.. Bırakın da, bu defa “millet” yapsın, ne yapacaksa!.. Bu, “milletin aklıyla alay etmek” değil, tam aksine, millete, hak ettiği “onur”u vemektir!..
Ama, bunu;
“Devletçi kafa”lar anlamaz!..
YAŞ’ZEDELER KONUSU
Sohbet, uzadıkça uzadı... “Başörtüsü” geldi gündeme, “Kürt sorunu” geldi... Sorular bitmişti ki, ben “YAŞ’zedelerin durumu”nu sordum... Hem onların “selâm”larını ilettim Başbakan’a hem de “talepleri”ni... Özellikle de; “Emekli Sandığı’ndan alınan kredilerin faizleri” konusunu sordum...
“Üzerinde çalışıyoruz” dedi Sayın Başbakan; “Henüz karar vermiş değiliz... Tarafları sıkıntıya sokmayacak ve kimsenin hakkını yemeyecek bir çözüm bulma çabasındayız.”
Dilerim, “YAŞ’zedelerin menfaatine” bir karar alınır.
Benim sorum, son soru oldu... Ondan sonra, apar-topar ayrıldık otelden... Böylece; 9 Ocak gecesi başlayan Kuveyt ve Katar gezimiz, 12 Ocak akşamında son bulmuş oldu.
Allah nasip ederse; Kuveyt ve Katar’la ilgili “intibalarım” ile “gözlem” ve “duyum”larımı da yarın yazacağım.
Şu kadarını söyleyeyim;
Bu gezilerin en güzel tarafı, güzel “diyalog”lar kurulmasına ve “ön yargıların kırılması”na vesile olması...
İnşaallah, onları da yarın yazarım.
=============
Şark-Garp farkı
Uzun süredir yazmayı düşünüyordum ama, Kuveyt ve Katar gezilerinden sonra, artık yazmaya karar verdim...
Biliyorsunuz; Sayın Başbakan’la birlikte, birçok “yurt dışı gezi”ye katıldım... “Avrupa ülkeleri”ne de gittik, “Asya ülkeleri”ne de.. Hemen hepsinde “otel ücreti” de ödedik, “yediğimiz içtiğimizin parası”nı da...
Ama, Libya, Suudi Arabistan, Lübnan, Kuveyt ve Katar’da; ne otel ücreti ödedik, ne de yemek parası... “Otel”de kaldığımız da oldu, “Kral ve şeyhlerin sarayları”nda da... Onlar için biz, birer “misafir”dik ve adeta “baştacı” edildik... Gayet güzel ağırlandık, gayet güzel uğurlandık.
Şunu demeye çalışıyorum:
“Müslüman olsun da, çamurdan olsun!”
Onların da elbet “hata”ları “kusur”ları ve “eksik”leri var... Ama, “Şark insanı”na mahsus “misafirperverlik”leri yok mu, bazen her şeyi unutturuyor.
“Batıcı anlayış”; ne kaparsam kârdır diye düşünürken, “İslam kültürü”yle yoğrulmuş ülke liderleri, “imkânlarını misafir için seferber etme” gayretinde...
Mesele, elbette “para” değil, mesele “anlayış!”
Sadece bu farkın bilinmesini istedim.