Senin ontolojin sana, benimki bana
Cuma vaazının sonuna yetişmişiz ama neyse ki en güzel faslını kaçırmadık. Osman Ağa Camii'nde konuşan hatip çok güzel ve ilginç bir anekdot nakletti. Hâdise bir zamanlar Gaziantep'te geçmiş.
Kulağı ezanda, gözü kıblede, alnı secdede olanlarımız bilir; her beldenin kendine göre "velî ile deli" arasında nerede durduğunu pek kestiremediğimiz birkaç şöhreti vardır. İşte bunlardan biri, cenaze namazına katılmış. Naaş kabrine konulup dualar edildikten sonra cemaat geriye çekilirken bizim "velî-deli", telkin vermek üzere mezarın başına yönelen hocaefendiye hitaben,
-"Sen yine telkinini ver," demiş, "Yalnız bana bir dakika müsaade et; rahmetliye iki çift söz de ben söyleyim". Oradakiler biraz şaşırmışlar. Bizimki kabrin ayak ucuna yaklaşmış, cemaat, ne söyleyecek diye biraz uzaktan kulak kesilmiş haldeler; demiş ki:
-Haram yemediysen, yalan söylemediysen orada işin iş arkadaş; burada veren orada alır, burada alan orada verir, haydi Allah işini rast getirsin!
Ben böyle kıssalara bayılırım. Ciltler dolusu ilimi bir tutam hikmet halinde tatlı bir nükte haline getirir, insanın aklına mıh gibi koyarlar.
Hocanın telkinindeki "orada" kavramını çıkarıp da "Ne demek istedi şimdi bu adam?" diye düşününce mânâsı ve derinliği kalmıyor. "Orası", öteki taraftır; nâm-ı diğer "âhiret". Mâhiyeti hakkında hümanist karakterde derlenip üretilmiş bilgi birikiminin hiçbir şey söylemediği, söyleyemediği, susup kaldığı bir semt-i meçhûl.
Bildiğiniz şeyler bunlar ama ara-sıra tekrar edilmesi lâzım: Dindarlar, "öteki tarafı", buranın devamı saydıkları için, her iki tarafta da geçerli değerlerini kendileri için esas kabul ederler. Müslümanlar arasında "Allah rızası" diye sıkça deverân eden ve tekrarlanan şey, kısaca öteki tarafın üst değerleridir. Yani Antepli velî diyor ki:
-Allah'ın rızâsını kazandıysan aşığı gümüşledin!
İçimizde bazı safderûn arkadaşlar -ki beni de o cümleden sayabilirsiniz- arasıra "İnsanlığa büyük hayrı geçmiş bilim adamları, mûcitler, aldıkları dualar sebebiyle cennete girerler mi acaba?" diye başkaca işleri kalmamış gibi ciddi müzâkerelere girişirler. Sorgu sırası bana geldiğinde, "Cennet geniş, o hesabı Allah bilir." der geçerim.
Ülkemizde demokratik hürriyetlerin ve standartların savunulması mücadelesine emeği geçen bazı liberallerin, muhafazakârlara diyet borcu hatırlatırcasına çıkışması bana bu nükteyi hatırlatıyor. Liberaller, kendi doktriner prensip ve tutarlılıkları için bu mücadeleye omuz verdiler; onlar için hürriyetlerden yana tavır almak bir "erdem" meselesidir ve bu erdemin daha yukarılarda bağlı bulunduğu başkaca bir üst değer yoktur. Liberal fikriyatın bütün üstadları, esasta hümanist, yani, fevkalbeşer inanışın rehberliğini kabul etmeyen fakat bununla birlikte bu gibi inançlara husûmet beslemeyen bir dünya görüşünü savunmuşlardı. Ezcümle liberalizm, temelinde seküler bir doktrin.
Halen içinde yaşadığımız bir dizi saçmalık yüzünden liberallerle dindarların, muhafazakârların yolu kesişti. Dindarlar Türkiye'de, anlaşılır birtakım sebeplerden ötürü özgüvenlerini kaybedince, doktriner erdem icabı dindarların makul taleplerini destekleyen liberallerde bir nevi meşrûiyet buldu; buna mukabil liberaller de, muhafazakâr ve dindarlara verdikleri stratejik destekle toplumun derinliklerinde bir başka türden meşrûluk, hatta sempati kazandılar. Bulunulan noktada her iki tarafın birbirine diyet hesabı hatırlatması mâkul ve hakça değildir.
Bu ince nüktenin hatırlanmasında fayda var; burada iki farklı dünya görüşüne sahip insanların "geçici" dayanışması söz konusudur. Haramı biz, "haksız iktisap", yalanı "gerçeği başkalaştırarak haksız avantaj sağlama gayreti" olduğu için değil, "öyle buyurulduğu" için mekrûh biliriz. Aradaki fark ise dağlar kadardır.
Senin ontolojin sana, benimki bana yani!..