950 öncesi-sonrası
Geçenlerde bin civarında üniversite öğrencisiyle birlikte katıldığım Boğaz gezisi esnasında yaptığım konuşmada dedim ki:
“Tarihin içinden geçiyoruz. Sağımızda ve solumuzda gördüğünüz kasırlar, köşkler, camiler, türbeler, minareler, kaleler (Anadolu ve Rumeli Hisarları) Osmanlı eserleridir. Altından geçtiğimiz köprüler ise Cumhuriyet Türkiyesi’nin eseri: Ancak Cumhuriyet Türkiyesi’ne eser kazandıranlar kendilerini ‘Osmanlı torunu’ olarak tanımlayanlardır. Osmanlı’dan yürek bağını koparmış hiçbir iktidarın Türkiye’de çakılı kazığı bile yoktur!”
Ne dediğimi çok güzel anladıkları yoğun alkışlardan belliydi.
Ama neden bilinmez, bizim çiftetelli medyası kalemşorları, 950 öncesini minnetle, hasretle yâd eder, o dönemde her şeyin çok güzel gittiğini söylerler.
Onlara göre “bozulma” 1950’de başlamış... Yani Demokrat Parti bozmuş! Ve tabi aynı paralelde giden iktidarlar...
Oysa 950 öncesi, söylediklerinin tam tersidir... O dönemi övebilmek için, ya “memur çocuğu”, ya da “CHP önderlerinden birinin çocuğu” olmak gerekiyor...
Köy çocukları, yeterince beslenememekten dolayı şişen karınlarını tutup kırk yamalı giysileriyle birlikte tüm varlıklarını saklama ihtiyacı içinde ürkek ürkek bakınırken, memur, ya da “CHP çocukları” (kısaca), cicilerini savura savura şehir meydanında özgürce oynarlardı.
Onları gören, tüm şehrin içindekilerle birlikte babalarının tapulu malı zannederdi. Öylesine şımarık, öylesine umursamaz, öylesine savruktular.
Merakımı fısıltıya gömüp, anneme “Kim bunlar?” diye sorduğum gün, kurtlanan barsaklarımı arındırmak için yarı zorla doktora götürüldüğüm gündü.
“Ağa çocukları” demişti annem, hafiften iç çekerek.
Daha önce sorduğum için “Ağa”nın ne anlama geldiğini biliyordum. “Onlar zengindi, memurdu, mâmurdu, beydi; onlar her şeydi...”
Onlar vali idi, kaymakamdı, nahiye müdürüydü, başkandı, şube reisiydi, belediye reisiydi, kumandandı... Biz ise gariban köylülerdik.
Kısacası, benim çocukluğumda yalnızca memurlarla Halkçıların (CHP önderleri anlamında) karınları doğru düzgün doyardı. Bazıları ise sözün tam anlamıyla, bir elleri yağda, bir elleri balda yaşarlardı. Halk ise alabildiğine yoksuldu, alabildiğine fakirdi, alabildiğine garibandı; neredeyse bir dilim ekmeğe muhtaçtık.
Devir, sözün tüm açılımları itibarıyla “fakrı mutlak” devriydi. Şekersizlikte ramazan baklavalarına üzüm pekmezi katılıyor, çay bulabilen bahtiyar, çayını kuru üzümle tatlandırıyordu...
“Köylü şeker bulamıyor Paşam” diye arz ettiklerinde, Milli Şef İsmet İnönü’nün şöyle buyurduğu rivayet ediliyordu: “Şeker bulamayan pekmez kullansın!” (“Halk ekmek bulamıyorsa pasta yesin” diyen Fransız Kraliçesi Mary Antoinet miydi?)
Köylü sefil, köylü aç, köylü bîilâçtı. Çocuklar, beslenme yetersizliğinden dolayı şiş karınlıydı. Çöp bacaklarına ağır gelen şiş karınlarıyla yalpalayarak yürürlerdi. Anadan yarı üryan halde oynar, altı delik çarıklarıyla kar üzerinde yürüyüp izlerini belli ederlerdi.
Çarıkların altındaki delik karın üzerine aynen çıkardı. Onlara bakıp mahalle çocuklarının ne yöne gittiğini bulurduk. Bu da bizim oyunumuzdu işte, oyuncağımız filan yoktu ki zaten, başka ne oynayabilirdik?...
Annelerimizin evlerdeki el tezgâhlarında dokudukları kumaşı denize indirip beyazlatana kadar deniz suyunda yıkar, elbise yerine onu giyerdik. CHP yönetimi sayesinde, takım elbise köylülerin rüyasına bile girmezdi. (Koca köyde tek bir takım elbise varmış, o da köy camiinin oturma odasında asılıymış. İlçeye, daha doğrusu “hükümete” işi düşen onu giyer, huzura öyle çıkarmış).
Ezan-Kur’an yasağını (Din eğitimi anlamında), hac yasağını, jandarma-tahsildar korkusunu bu yoksulluğa katın. Ardından da yıkıma terk edilen, kiralanan, hatta satılan camiler listesini ekleyin.
Böylece, 950 öncesi gerçeğine, yani CHP iktidarı dönemine birazcık ulaşmış olursunuz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.