Hayvan hakları derken...
Sayın Başbakan “hayvan hakları”na duyarlı sanatçıları Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışma ofisinde kabul edip “hayvan hakları” üzerine bir hayli duyarlı ve tutarlı konuşunca, bazıları gibi, “İnsanlara ilişkin bunca sorunu olan bir ülkenin Başbakan’ı köpeklerle, kedilerle uğraşıyor” diyemedim.
Eğer “Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevme” kuralına inanıyorsanız, “yaşama hakkı”nın her varlığın “doğal hakkı” olduğuna inanıyorsanız, hele de “tüm varlıklara saygı”yı esas alan bir kültürden geliyorsanız, böyle bir şey söyleyemezsiniz.
Kaldı ki biz, “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa, hesabı Ömer’den sorulur” şeklinde bir “yönetim ahlâkı”nın da mirasçılarıyız.
Bu durumda Sayın Başbakan’ın “hayvan hakları”yla ilgilenmesi, “yönetici” kimliğinin gereğidir ve görevi kapsamındadır. Zaten geçmişimiz de bunu öngörmektedir.
Geçmişimizde hayvanlara “eziyet” yoktur. Tam tersine “ilgi” ve “şefkat” vardır. O kadar ki, 18. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız hukukçu Guer, kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir...
“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler... Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).
Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri veriyor:
“Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri mevcuttur. Yeşil Mera (şu anda Şam’ın şehir stadı olarak kullanılan saha), çalışma gücünü yitirdiğinden sahiplerinin yem ve bakımını kaybeden aciz hayvanların otlanması için zamanında vakfedilmiş bir yerdi. Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanırdı. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de vardı. Öyle ki, her gün yiyeceklerini bulmakta hiçbir güçlük çekmeyen yüzlerce kedi, buranın demirbaşı mesabesinde (durumunda) idi.
Şimdi de Elisee Recus’un, 1880’lerde yayınladığı “Küçük Asya” isimli eserinden de bir paragraf okuyalım:
“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.”
Ünlü Fransız şair Lamartine’den de bir tespit aktaralım:
“Osmanlı Müslümanları canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.
“Bütün sokaklarda sokak köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır.”
Konumuzu bugünlük 15 Aralık 1574 ile 16 Ocak 1595 arası padişahlık yapan Sultan III. Murad’ın (zamanında Osmanlı Devleti 24 milyon 534 bin 242 kilometrekare yüzölçümü ile en geniş sınırlarına ulaşmıştır) bir fermanıyla noktalayalım:
“İstanbul kadısına hüküm ki: Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yükleniyormuş. Hamallar kethüdasına buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesin. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli önlemleri aldırasın...”
“Sonraki zamanlarda sokak köpeklerini toplayıp Hayırsız Ada’ya süren, canım ormanları yakıp ağaçları kesen de biz değil miyiz?” derseniz, “haklısınız” derim...
Evet, haklısınız: “Sünnet Medeniyeti”nden kopuşumuzun faturasını sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkiler de ödüyor!
Yarın sokak köpeklerinin Hayırsız Ada’ya nasıl sürüldüğüne bakalım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.