Ölümü Unutmamak
Geçen hafta en küçük biraderimin en küçük evladını, sevgili Abdülkerim’i toprağa verdik. Gün gelip kavuşmak için rahmet-i Rahmana emanet ettik.
Bugün telefonum çaldı, zor zamanların vaizi Tahir Büyükkörükçü vefat etmiş…
“İnna lillah ve inna ileyhi raciûn.”
Hüküm Allah’ındır, ona isyan ve itiraz olmaz.
Hiç şüphe yok, birgün dostların telefonu bizim için de çalacak. Bunu nasıl unuturuz?
Başkasına gelen ölüm az ya da çok üzse de bize gelecek olan gibi olmuyor herhalde. Biraz kolay karşılanıyor. Acaba biz kendi ölümümüzü nasıl karşılayacağız?
Acaba nasıl öleceğiz?
Bize gelenin tadı nasıl olacak?
* * *
Yeryüzünde serseri yaşamanın en büyük amillerinden birisi de ölümü unutmak değil midir?
Takvalı olmak, yani İslam’ın istediği iman, ibadet, hukuk ve ahlakı içtenlikle ve bilinçli bir şekilde yaşayarak Allah teala’nın sevgili bir kulu olmak ve mükafaatına konmak için, veya bunlar olmasaydı gelmesi muhakkak olan azabından korunmak için, eskilerin “tefekkür-ü mevt” dedikleri “ölümü anmak ve üstünde düşünmek” çok faydalı bir üsul ve vesiledir.
Takvanın önündeki engellerden en büyüğü, hiç şüphesiz nefs-i emârenin, yani eğitilmemiş cahil, âsi ve zalim nefsin dünyanın cazibesine aldanarak Allah Teala’nın koyduğu sınırları aşmak istemesidir.
Hadis-i şerifte de bildirildiği gibi “dünya sevgisi her hata ve günahın başıdır.”(Ali Muttakî, Kenzu’l Ummal, III. No: 6065.)
Haliyle başımızın da en büyük belasıdır.
* * *
Bu dünya sevgisini kıran ve insanı gafletten uyaran en önemli uyarıcılardan birisi de hiç şüphesizdir ki ölümü çok anmaktır.
Demek ki İslamî bir yaşantının gerçekleşebilmesi için, aslında yaşamamız için gerekli olan dünyaya, dünyanın geçici hayatına haddinden fazla değer vererek aldanmamak gerekir.
Bunun için en fazla faydalanacağımız şeylerden biri, belki de birincisi, ölümü çokça anmaktır.
Bizi sevdiklerimizden, sevdiklerimizi de bizden alan ölümü çok çok anmak, tabiri caizse hiç unutmamaktır.
Sürekli ölüm ve ötesinin hesabını yapmaktır. Büyük mahkemede hesaba çekilmeden evvel, burada kendi hayatımızın muhasebesini yapmaktır.
Niyetlerimizi, amaçlarımızı, sözlerimizi, işlerimizi sorgulamaktır yani.
Her ânımızı murakabe etmek, her işimizi İslam terazisine vurarak değerlendirmektir.
Kendimizin farkında olmak, görüp gözetmektir onu.
Dikenli tarlada ayak yalın giden bir adam gibi kontrollü basmaktır yere, dikkatli ve disiplinli yaşamaktır devamlı.
Murakabe engin bir okyanustur ve bu da insanların makamına göre değişir. Ancak başı ve sonu ile herkese gereklidir.
* * *
Bütün bunlarda başarılı olmak ise güçlü bir irade ve bilinçli bir disiplin işidir. Onun için adet ve alışkanlıklarını yenemeyenlerin, bir plan ve program dahilinde yaşayamayanların, irade eğitimi ve disiplinden mahrum serseri ve başıboş bir hayat sürenlerin, avâre kalanların, acizlerin ve tembellerin işi değildir bunlar.
Tasavvufu, “adet ve alışkanlıkları yıkmaktır” diye tarif edenler, meselenin can damarını yakalamış ve püf noktasını göstermişlerdir. İdraklerini takdir ederek ayakta alkışlıyoruz.
Peki, bu irade eğitimi, hayat disiplini ve nefis terbiyesi nasıl gerçekleşir?
Asıl mesele budur.
Tasavvuf da zaten bunun için vardır.
Bu sözümü peşinen reddedecek kardeşlerime “bir kere daha düşünün” derim.
Evet, düşünmekten zarar gelmez.