Bunlar mı gazeteci... Bunlar mı vatansever?
Hiç kimseye “akıl” verecek, hiç kimseye “yön” gösterecek ve hiç kimsenin “iç işleri”ne müdahale edecek değilim... Sadece “bilinsin” ve “hafıza”lardaki yerini alsın istiyorum...
Hüseyin Üzmez vak’ası malûm.
Hüseyin Üzmez, “taciz” iddiasıyla Bursa’da gözaltına alındıktan sonra; açıkça “deklâre” ettik ki, “aklanıncaya” kadar, “kendisiyle yollarımız ayrılmıştır!..”
Gerçekten ayırdık yollarımızı...
“İlk gün”den itibaren “yazı”larını kaldırdık... Daha sonra tutuklandığı ve ceza aldığı süreçte de; “Çok çok istemesine” rağmen, koymadık yazılarını!..
Hâlâ da koymuyoruz!..
Bizim bu tavrımız; “Üzmez’in yaptıklarını onaylamadığımız” anlamına gelir.
SONER YALÇIN’IN YAPTIĞI NE?
Ne var ki;
Daha ilk günden itibaren “Vakit yazarı Hüseyin Üzmez” diyerek, bir anlamda “Vakit’i itibarsızlaştırmaya” gayret eden Hürriyet gazetesi, “kendi yazarları Soner Yalçın”ın yazılarını hâlâ yayınlıyor!..
Hem de;
“1. sayfadan anons” yaparak!..
Şöyle savunabilirler kendilerini;
“Her tutuklu, suçu ispat edilip mahkûm oluncaya kadar masumdur... Soner Yalçın da, şu anda tutukludur!.. Kaldı ki; taciz gibi yüz kızartıcı bir suçtan değil, yazdığı yazılardan dolayı tutukludur!.. Yaptıkları, bir gazetecilik faaliyetidir!..”
Mi acaba?..
Bir “doktor”un, hastaları “ameliyat” etmesi için eline verilen “neşter”i, kalkıp da “insanları kesip doğramak” için kullanması, “doktorluk”la izah edilebilir mi?
O, artık “katil”dir!..
Meselâ, Türk Tabipler Birliği’nin de, sırf “meslektaş” diye, katil doktora “destek” verici demeç ve eylemde bulunması, sadece ve sadece “suça ortaklık” olur!..
Hürriyet gazetesi, Soner Yalçın’ın eylemlerini “yüz kızartıcı” bulmayabilir!.. O zaman, sormak lâzım kendilerine;
Bir genç kıza “taciz”de bulunmak “yüz kızartıcı eylem” oluyorken, “memleketin ırzına geçmeyi”, yani “tecavüz” etmeyi amaçlayan eylem, nasıl “yüz kızartıcı” olmuyor?..
Yoksa, bu da;
“Özel hayat”a mı giriyor?!?
Sadece sordum!..
Gerisi, kendilerinin bileceği iş!..
BU MU GAZETECİLİK?
Gelelim, bu işin “gazetecilik faaliyetleri” kapsamında değerlendirilip, değerlendirilemeyeceği konusuna...
Bir adam ki;
Başında bulunduğu Oda TV adlı internet sitesinde, “kamuoyunun Ergenekon dâvâları aleyhine yönlendirilmesi” konusunda oraya-buraya “talimat”lar yağdırıyorsa... “Üniversite gençliği harekete geçirilmeli... Gençlik hareketleri, iktidar karşıtı gösterilere dönüştürülmeli!” deyip; “Kitleyi yönlendirecekler iyi belirlenmeli!.. Fitil ateşlensin yeter!.. Bağcılar’a gidip anlatılmalı!.. Bu işe onlar el atarsa mutlaka ses getirir” ifadesini kullanıyorsa!..
Söyleyin Allah aşkına;
Bu, bir “gazetecilik” midir?..
Bir adam ki;
O günlerde Haseki Hastanesi’nde tedavi(!) gören Ergenekon sanığı Mehmet Haberal’ın, Yalçın Küçük’le “görüştürüldüğünü” biliyor ve “Yalçın Hoca’nın Haberal ile irtibatı teknik sebeplerle aksıyor, çözüm?.. Avukat üzerinden görüş!.. Telefon ve mail yok” diyerek, “gizli irtibatlar” içinde bulunuyorsa!..
Bunun adı “gazetecilik” midir?..
Bir adam ki;
Balyoz Dâvâsı’nın 1 numaralı sanığı emekli Org. Çetin Doğan’la “sürekli temas” halinde bulunuyor ve “Silivri’yi ne ölçüde takip ediyoruz?.. İsteklerine cevap verebiliyor muyuz?.. Pınar ve Rodrik ile güçlü iletişim!.. Çetin Paşa’nın Oda TV’ye emeği büyük, sınırsız destek verelim” diyorsa, “masumiyet” bunun neresinde?..
Bunu adı; “taciz”den de öte, “memleketin ırzına geçme” teşebbüsü değil midir?..
Bunun adı, asla “gazetecilik” değildir!
TSK VE POLİSİ TAHRİK EDİN!
Bir adam ki;
“Protesto gösterilerinde polis tahrik edilmeli ve şiddet kullanmaya zorlanmalı!.. TSK’yı tahrik edici yayınlara ağırlık verilmeli” diyorsa, sormak lâzım;
Bu mudur “gazetecilik?”
Bir adam ki;
“Sivil dikta” ve “sivil darbe” söylemlerinin çok sık ele alınarak, “karamsar tablo” çizilmesini, “Ergenekon dâvâsına bakan hakim ve savcılar ile polisin yakın takibe alınması”nı, onlarla ilgili olarak gelecek her “olumsuz haber”in iyi değerlendirilmesini, Ergenekon’la ilgili her “olumsuz gelişme” karşısında tavır alınarak, “mahkemenin karar vermesinin zorlaştırılması”nı talep ediyor ve sonuç olarak; “Yargı taraflı” temasının sürekli işlenmesini emrediyor ise; tekrar tekrar sormak gerekir;
“Bu mu gazetecilik?”
Sürekli “kaos taktikleri” üretmek ve bu “psikolojik savaş metodları”yla, bu “manipülasyon”larla gazetelerdeki “yoldaş”larını harekete geçirmek, ne zamandan beri “gazetecilik” sayılır oldu?..
Bu mu “ulusalcılık?”
Bu mu “vatanseverlik?”
MERMİYİ ÇAL, PKK’YA SAT!
Şu hâle bakın;
Diyarbakır’da, Serhat Akkuş adlı bir Kıdemli Üstçavuş, diğer silâh arkadaşlarının “Kurtlar Vadisi” dizisini izlediği gece, “bölük deposu”ndan, “tam 15 bin kaleşnikof mermisi” çalıyor!.. Çaldığı mermileri de askerlere taşıtıyor, iyi mi?..
Sonra da; bu mermileri, büyük bir ihtimalle PKK’ya satıyor!.. Çünkü, “PKK ile bağlantısı” meçhul değil!..
“Mermilerin çalındığını” fark eden komutanlar, “mermilerin atış veya tatbikatta kullanıldığına” dair belge düzenlenmesini ya da “eksiğin diğer bölüklerden temin edilmesini” emrediyorlar!..
Ancak, vatanî görevini yapan bir er, bu yolsuzluğa göz yummuyor ve 23 Şubat 2011’de savcılığa “suç duyurusu”nda bulunuyor!
Skandal, ancak böyle açığa çıkıyor!..
Dahası da var!..
Hırsızlık olayının ortaya çıkmasının ardından başlatılan soruşturma esnasında Astsubay Kıdemli Üstçavuş Serhat Akkuş’un aynı zamanda adli emanet deposunda bulunan 10 kilo toz esrarı Silvan ilçesinde ikamet eden ve borcunun olduğu bir şahsa, borcuna karşılık olarak verdiği de tesbit edilmiş!..
Tabiî ki, tutuklanmış!..
Tutuklanmayıp da, ne yapılacaktı ki?..
“Asker”dir deyip, bütün askerler “meslekî dayanışma” gösterip, ona “destek” mi olmalıydı?..
Yollara düşüp, “protesto gösterisi” mi yapsalardı?.. Ya da; önceki gün, bazı gazetecilerin; “kamera”larını caddeye bırakıp, yolu trafiğe kapattığı gibi, “silâh”larını yol ortasına bırakıp, “geçiş”leri mi engellemeliydiler?..
Bir hırsız;
“Asker” de olsa, hırsızdır!..
Bir darbeci;
“Gazeteci” de olsa, darbecidir!..
Bu olaylara bakıp;
Onlara, hiç kimse “vatansever” veya “sınırların bekçisi” diyemez!..
Her sepette “çürük elma” bulunabileceği gibi; “askerler” arasında da, “gazeteciler” arasında da “çürük”ler vardır!..
Yapılacak olan;
Onları “sepette tutmak” değil, sapından tutup, sepetten atmaktır!.. Zira, onlar “diğerleri”ni de çürütürler!..
Biz, attık bünyemizden!..
Siz de gereğini yapın!..
KENAN KIRAN’A YUMRUK!
“Kaos ve darbe plânları” yapanların “gazeteci” sayıldığı, “mermi hırsızları”nın “vatansever” ilân edildiği bir Türkiye’de; Akit’e verdikleri paye de “radikallik” oldu, iyi mi?..
Bilmem, hiç dikkatinizi çekiyor mu;
Son günlerdeki televizyon ve gazete haberlerinde, Akit’e karşı; “görmeme, yok sayma” taktiği uygulanıyor!..
Bazı “kardeş gazete”lerin adlarını özellikle zikrederken, Akit’i ağızlarına bile almıyorlar!..
Çünkü biz, “gerçek”leri yazıyoruz!..
“Olanları” haber veriyoruz!..
“Tribünlere oynayıp, birilerinin hoşuna gidecek” haber ve yorumlara değil, “gerçek”lere yer veriyoruz.
Dolayısıyla, hoşlanmıyorlar bizden!..
İstiyorlar ki; işleri, “memleketin ırzına geçme teşebbüsü” bile olsa, “gazeteci” kisveli “darbekatör”lere biz de sahip çıkalım, biz de destek verelim!..
Bizde böyle bir “cıvıklık”, böyle bir “yavşaklık” ve “omurgasızlık” göremeyince de; “yok” sayıyorlar, adımızı kesinlikle anmıyorlar!..
Varsın, anmasınlar!..
Umurumuzda bile değil!..
Yalnız, önceki gün, “kamera”larını caddenin ortasına bırakıp, trafiği engelleyen, bunu da “tutuklanan gazetecilere sahip çıkma” olarak göstermeye yeltenen arkadaşlara bir çift sözüm olacak;
“Trafiği engellemek ne zamandan beri özgürlük istemenin yöntemi oldu?.. Basın özgürlüğünü sağlamanın metodları arasında, eşkıya gibi yol kesmek de var mı?.. Yol kesmek, ne zamandan beri eşkıyalık olmaktan çıktı?”
Bu arkadaşlara hatırlatmak lâzım;
“Gazetecilik dışı faaliyetleri”nden ötürü bazı insanların tutuklanmış olması, madem ki, “özgür basına darbe”dir, madem ki “basına sansür”dür ve madem ki, gazetecinin görevi “sormak ve soruşturmak”tır, o halde, söyleyin;
3 Aralık 2005’te, Kadıköy Belediyesi’nin Göztepe Parkı’nda düzenlediği “cami istemiyoruz” eyleminde muhabirimiz Kenan Kıran’ı, sırf “soru” sorduğu için “alın bu provokatörü buradan!” diyerek “azgın laikçi”lere hedef gösterip, “darp” edilmesine yol açan kimdi?..
O eylemde “meslektaş dayanışması” sergileyip Kenan Kıran’a sahip çıkması gerekirken; “Böyle soru sorulur mu?.. Burada böyle soru soramazsın!” diyerek, bir anlamda “hedef gösteren” ve kalabalığı “tahrik” eden Milliyet muhabiri Gökhan Karataş değil miydi?..
İşte bu “tahrik” ve “hedef gösterme” sonucu Kenan Kıran hem “darp” edildi, hem de “birkaç yumruk” yedi!.. Ertesi gün de; kartel gazeteleri tarafından “provokatör” ilân edildi, iyi mi?!?
Peki, önceki gün, “meslektaş dayanışması” maskesi altında eylem yapıp, “kamera”larını caddenin ortasına bırakan gazeteciler, “Kenan Kıran’ın yumruklanması”na niye engel olmadılar, tam aksine, onu hedef gösterip “cami düşmanları”na niye destek verdiler?..
Bu mu “dayanışma”dan anladıkları?.
Bu mu gazetecilik?..
Bunlar mı gazeteci?..
Güldürmeyin insanı!..
İŞ YAPANI YIKMAYA ÇALIŞIYORLAR!
Şu hâle bakın;
Son 8 yılda “483 bin konut” yapan, bu rakamı 2023’te “1 milyon”a çıkarmayı hedefleyen,
“George ve Helga hızlı trene binecek de benim Mehmedim ve Ayşem niye binemesin” diyerek; “Ankara ve Eskişehir’in hızlı trenle bağlandığını, Konya Hattı’nın tamamlandığını” ve sıranın Erzincan’a geldiğini belirterek, “Ankara ile Erzincan arası, hızlı trenle 3.5 saate inecek” diyen,
Önceki gün İzmir’e “ulaşımda tarihî gün” yaşatıp, “80 kilmetre uzunluğu” ile “Türkiye’nin en büyük raylı sistem projesi”ni hizmete açan ve böylece “Cumhuriyet tarihinde bir ilk”e imza atan, bunu da Ulaştırma Bakanlığı ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ortaklığıyla gerçekleştiren...
Bir Başbakan; “vatanı bölmek ve toprakları peşkeş çekmekle” itham edilip, “devrilmeye” çalışılıyor ama, “vatanın ırzına geçmek” için “kaos” plânları yapan, “darbe hazırlığı”nda bulunan adamlar; “Ulusalcı!.. Vatansever!.. Kahraman!.. Gazeteci!” ilân ediliyor!..
Erdoğan mı vatan haini?..
Bunlar mı vatansever?..
Onlar “gazeteci” sayılacak, biz “provokatör” damgası yiyeceğiz, öyle mi?..
Tükürürüm “bu kafa”nın içine!..
Size kim verdi;
Bu “kategorize etme” hakkını?..
==============
Bugün, hangi kadınların günü?
Her alanda “ayrışma”, her alanda “kutuplaşma” yaşıyoruz... Bunun müsebbibi de; “dindar”lar değil, maalesef “laikçi”lerdir!..
Alın işte... Bugün “Dünya Kadınlar Günü” ya; hemen herkes “kadına şiddet”in, kadına zulmün sona ermesini, “kadın hakları”na riayet edilmesini istiyor... Hatta, KA-DER gibi kuruluşlar, “Meclis’in yarısı kadın olsun” diye kampanyalar açıyor.
İyi de, sorarlar; bugün “hangi kadınlar”ın günüdür?.. “Başörtülü kadın”ların uğradığı “ayrımcılık”tan, “haksızlık”tan ve “zulüm”den niye hiç söz eden yok?.. “Meclis’in yarısı kadın olsun” da; onların yarısı niye “başörtülü” olmasın?.. Bu ülkedeki kadınların yüzde 70-75’i başörtülü ama, “Meclis’te temsil” oranları “sıfır!”
Bugün, herkes Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’a uygulandığı iddia edilen “tecrit”ten dem vuruyor... Peki, “başörtülü kadınlar”ın yıllardır “tecrit” edildiğini, yıllardır “dışlandığını” niye kimse ağzına almıyor?.. Niye, hiç kimse; “Asıl tecrit başörtülüye” demiyor?.. Bu kadınların; “28 Şubat’ı her gün yaşadıklarını” niye gündeme getirmiyor, “laikçi” ve “çağdaş” olduklarını iddia eden kadınlar?..
Kendi “nasır”larına basıldığında hop oturup hop kalkanlar, “örtüye uzanan eller” konusunda niye kıllarını kıpırdatmıyor?..
Evet, bir “ayrışma” bir “kutuplaşma” var!. Ama, bunun müsebbebi, “dindarlar” değil... Tam aksine; onları “ötekileştiren”, onları “dışlayan”, onları “yok” sayan “laikçiler”dir!..
Herkes “dürüst” olsun ve bu “ikiyüzlülüğü” itiraf etsin!..