Bir Tatlı Hatıra
Bir zamanlar aynı kentte görev yaptığımız Kaya Yargıcı adında çok sevgili bir abim vardı. Sık sık beni evine yemeğe davet ederdi. Mesleğinde yeni, bekar ve hep yatılı okuduğundan yemek yapmasını bilmeyen ve sevmeyen birisi olarak bu hoşuma gitmez de değildi.
Beni gördüklerinde sevinç çığlıkları atan iki kız ve iki erkek çocuklar bazen benimle, çoğu zaman da kendi aralarında oynarken ev içinde cıvıl cıvıl sesleriyle neşe saçarken, gurbetteki küçük kardeşlerimin özlemini de giderirdim.
Yemekten sonra ben ve Kaya abim oturur, tavşan kanı çaylar eşliğinde kitap okurduk. Bu sevgili abim ben kitabı okurken gözlerini yumar, yazılanlar sanki kendisine söyleniyormuş gibi dinler, hatta bazen cevap verir, özür diler, istiğfar ederdi. Bazen de sessiz ve derinden ağlar, göz yaşları yanaklarını ıslatırdı.
Okumalarımız o hale gelirdi ki, sanki Abdulkadir Geylanî’nin sohbetinin içine girerdi. Haliyle ben de o zaman iştahlanır, sanki Abdulkadir Geylanî olurdum ses tonumla ve duruşumla. O da yer yer “evet efendim, maalesef efendim, tamam efendim, tevbe efendim…” der dururdu… Hey gidi günler…
Kuşeyri Risalesi, tıpkı İhya gibi şeriata dayalı ve dengeli bir tasavvufu anlatır. Sami Efendinin o kitabı tavsiyesi – haddim değil ama – elbette ki yerindedir ve sevindiricidir. Sami Efendi ömrü boyunca şeriattan tabiri caizse kıl kadar ayrılmamış bir aziz insandır.
Sırf O’nun bir hatırasını yansıtması açısından, konumuzu doğrudan ilgilendirmese de, Şefik Can merhumun yukarıdaki sözlerinin devamını aktaralım:
““İyi, iyi birde Kuşeyrî Risâlesi’ni al” dedi.
Vedalaşarak yanlarından ayrıldım. Fakat harcırahı alamadığım için Konya’ya gidişim beş-on gün gecikti. Bu süre zarfında Sami Efendi’yi görmek istiyordum, fakat kendisiyle vedalaştığım için de yanına gidemiyordum. Ziyaretine niyetlendiğim zaman kendi kendime; “Konya’ya gitmek için vedalaştın, on beş gün oldu hala İstanbul’dasın” diye söyleniyordum.
O zaman oturduğum evi boşaltmışım, nasıl olsa yolcuyum diye yatağımı yorganımı toplamışım. Muvakkat bir zaman için Kanlıca’daki bir dostumun evinde kalıyorum.
Bir gün bir iş dolayısıyla dolmuşla Kadıköy’e gidiyordum. İçime yine Sami Efendi hazretlerinin ateşi düştü. Kendime hakim değilmişim gibi bir gizli kuvvet beni çekti ve Üsküdar’da dolmuştan indim kendimi vapurda buldum. Kadıköy’e gidecektim, vapura bindim. Sirkeci’ye köprüye gittik. Sirkeci’de Hacı Sami Efendi’ye gidiyorum, artık tereddüt kalmadı. “Efendim, harcırahım gecikti, onun için gidemedim. Tekrar size Allah’a ısmarladık demeye, bir görmeye geldim.” diyeceğim diye içimden böyle karar verdim. Doğruca üstadımızın çalıştığı dükkanın yoluna koyuldum.
Gittim dükkana, kimse yoktu. Patron beni tanıdı. Albay elbiseliyim, efendi hazretleri geldiğimi anladı. Kendisi içeride idi. Kapıyı çaldım, “Gel” dedi içeriden.
İçeri girdim, ayakta idiler. “Ben de seni bekliyordum. Şu mektubu Dişçi Mehmet efendiye ver sana ev bulmada yardımcı olsunlar” dedi.
Keramete bakın, şaşırdım kaldım. Konya’ya gittiğimde bana ev buldular, çok yakın alaka gösterdiler. Ladikli Ahmet Ağa ile görüştürdüler…”
Sami Efendi hakka yürüdü. Ladikli Ahmet Ağa da, Şefik Can Hoca da. Şimdi hepsi de ötelerde.
Bakıyorum da sevdiklerimizin çoğu ötelerde.
Bu öteleri özlemek, öteleri sevmek için güzel bir bahane değil midir?
Allah bizi kendisine kavuşmayı sevenlerden eylesin.