Çıktım erik dalına anda yedim üzümü (2)
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü (2)
...Şimdi bu noktada, “Konumuz ne, sen ne anlatıyorsun” diye sorabilirsiniz bana, pekalâ. Cevap vereyim:
- Ben bütün bunları; madde dünyasının insanı ne kadar kısıtladığını, onu ne derece dar kalıplara soktuğunu, buradan hareketle insanoğlunun buncacık mekana sığ(a)mayacağını, dolayısıyla başka bir şeylerin de var olması gerektiğini vurgulamak için anlattım.
- Ben bütün bunları; şu kadar trilyon dolar bütçesi bu kadar güçlü silahlarıyla koskoca Amerika’nın, “yalnızca küçük dağları değil büyüklerini de ben yarattım” diyen başkan W. Bush’un, bilmem ne kadar zengin-şu kadar hanımlı Brunei Sultanı’nın, dünya futbolunun gözdesi Beckham’ın, sahnelerin kraliçesi Madonna’nın, dünyanın zirvesi Everest’in, Türkiye ekonomisine hükmeden Koç Holding’in, dünya para piyasasını elinde bulunduran Soros’un vs topyekun “bir toz zerresinin içinde” olduğunu gözler önüne sermek için anlattım!.. Kavga ettiğimiz, “benim olsun” diye birbirinin gözünü oyduğumuz, uğrunda öldüğümüz-öldürdüğümüz, kısaca bu dünyada ne var ne yok ise her şeyin o zerrenin içinde olduğunu hatırlatmak için anlattım.
- Ben bütün bunları; hayatımızı ve yaptığımız işleri bir de bu açıdan değerlendirmek ve “gerçekten değer mi” diye sorabilmek için anlattım.
...Her şey kısıtlı, sınırlı, bir şeylere bir yerlere bağımlı ve toz zerresinin içinde mahkum. Peki, “Bu kafesin içinden nasıl kurtulabiliriz? Hayata, insanlığa, evrene nasıl daha geniş bir perspektiften bakabilir, ufukların ötesine geçebiliriz? Böyle bir pencere yok mu” diye sorarsanız, naçizane, sizleri Samanyolu’nun öbür kıyılarına götürecek, o muhteşem galaksi bahçelerinde dolaştıracak, isterseniz bir göz de kara deliklerin içinden sonsuzluklara, şöyle bir bakmanıza fırsat verebilecek bir yol gösterebilirim... Evet bu yol, mana dünyası ya da gönül dünyası.
Şimdi biraz da bu zaviyeden bakalım dünyaya, hayata ve de konumumuz olan Gençlik Parlamentosu’na...
Ne diyor Koca Yunus;
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana bandım verdim özünü
Ya Kaygusuz Abdal; Bir aksacık karınca kırk batman su yüklemiş/Kah yorgalar kah seğirdür şehre gider satmaya
Ve Aşık Veysel; Güzelliğin beş par etmez şu bendeki aşk olmasa/Eylenecek yer bulaman gönlümdeki köşk olmasa
Bunları niye söylüyorum?.. Ne bileyim, başka türlü yapamıyorum her halde! Samanyolu’nun bir uçtan bir uca olan mesafesini düşünürken ve kendi ömrümü onun yanına koyarken hep bu beyitler geliyor aklıma;
Ve mesela Yunus’tan bir tane daha: Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi/Hale bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
Ya Eşrefoğlu?.. Aşkın odu ciğerimi/Yaka geldi yaka gider/Garip başım bu sevdayı/Çeke geldi çeke gider.
Bu sevda nasıl bir sevda, sevgili kim? Onu herkes kendi yorumlamaya çalışsın ama ben diyorum ki; “Herkesin bir sevdası olmalı ve bu sevda, hani şu son zamanların moda şarkısı ‘Cerrahpaşa’da söylenenin (herkesin bir derdi var durur içerisinde) tersine, içerisinde durmamalı, orada kalmamalı, kişi bunu ifade edebilmelidir”. İşte ben hayatımda bunu yapmaya çalışıyorum.
Maddi dünyada yol almak için şüphesiz öncelikle bilgi, teknoloji, bilim ve para gereklidir. Ama maddenin de ötesine geçmek için bilimin yanında başka şeyler de elzemdir ki onların başında “felsefe, sanat ve din” gelir. Felsefe, sanat iyi de burada din kelimesini kullanayım mı kullanmayayım mı diye tereddüt etmedim değil doğrusu. Malum son yıllarda din, ülkemizde, Amerika ve Avrupa ile birlikte “gericilik, terör, Cumhuriyet düşmanlığı”yla eş anlamlı olarak kullanılmakta... Yani irtica ile yaftalanmaya fazlasıyla yetecek bir kelime bu!.. Ama Papa Jan Paul’un cenaze törenine katılan 5 milyon kişiye ve sembolik olarak devlet başkanı da olsa aslında bir din adamı olan bu insan için ülkemizde dahi bayrakların resmen yarıya indirilmesine şahit olduktan sonra...
Cesaret buldum ve “Din o kadar da gerici-kötü bir şey olmasa gerek” diye düşündüm. Ve bunu dile getirdim. Ancak bu sefer de içime bir kurt düştü; “bu hoşgörü sadece onların dini için olmasın” dedim kendi kendime. Yani onların dini iyi ve çağdaş, bizimki ise kötü ve gerici!.. Her neyse! Bu netameli bir konu, sanırım burada ona fazla girmesek iyi olacak.
Evet, ne demiştik; felsefe, sanat ve din... Eğer bütün bunlar olmazsa inanın;
- Bir çiçeğin güzelliğini görüp “hayat bir sanattır” diyemeyiz,
- Bir insanın kolunu bacağını, bir kuşun göğsünü, kanadını görüp “hayat bir mimaridir” diyemeyiz,
- Şakıyan bir bülbülün ya da kendince akıp giden bir ırmağın sesini işitip “hayat bir musikidir” diyemeyiz,
- Sonsuz boşlukta, müthiş bir düzen içerisinde asılı duran yıldızları görüp “hayat bir mühendislik” diyemeyiz,
Peki, “Madde ötesi yola ya da gönül dünyasına nasıl gireceğiz, bu galaksi yolculuğuna nasıl çıkacağız?” diye sorarsanız... İşte bunun cevabı zor. Belki biraz ipucu verebilirim. Ama ya sonrası? Sonrası, kişiye özel, yani size bağlı!..
Bu iş için, öncelikle ve özellikle; öğretmen, doktor, mühendis, sporcu, politikacı, Cumhurbaşkanı, anne-baba, tüccar ya da her ne isek, o olmadan önce insan olmamız gerekiyor. Zemin-temel-esas, “insan olmak” olmalı. Kanımca bunun dışındaki her şey ayrıntıdır ve o ayrıntıların da ancak bu zemin-temel-esas üzerinde kurulursa anlamı olacaktır.
Hayatta elbette bir şeyler yapmak gerekiyor. Hani “Boş duranı Allah da sevmez” denir ya Anadolu’da... Ama her ne olursa olsun yaptığımız iş, onu bir doğru-yanlış mücadelesi şeklinde gören ve mutlaka haklı çıkmak isteyen sorun odaklı egoya değil; özür dileyebilen, teşekkür edebilen ve birlikte mutlu olmayı hedefleyen çözüm odaklı öz’e ait olmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.