Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Kurt’ta bahane, Savcı’da delil (!) bitmez!

Kurt’ta bahane, Savcı’da delil (!) bitmez!

Hep aynı hikâye, hep aynı metod... Evet, her şey “kurt-kuzu” hikâyesinde olduğu gibi... “Kuzuyu yemeyi” kafasına koymuş “kurt”un sıraladığı “bahane”leri biliyorsunuz... Kuzunun “suyun alt tarafında”, kurdun da “suyun üst tarafında” bulunması ve dolayısıyla “suyu bulandırması”nın mümkün olmadığı filân... Bunları biliyorsunuz... Kurt ile kuzu arasında geçen “diyalog”da, benim en çok ilgimi çeken bölüm şu: Hani, kurt, kuzuya; “Ama geçen yıl, işte şuradaydın ve suyumu bulandırmıştın!”... deyince, kuzu da “imkânsız” diyordu ve devam ediyordu ya; “Burada olmam imkânsız... çünkü geçen yıl, ben henüz doğmamıştım bile!”...
“AK Parti’nin kapatılması” dâvâsındaki “gerekçe”ler de aynen böyle...
Malûm; Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın hazırladığı “iddianame”de, Başbakan Tayyip Erdoğan ve AK Parti kurmaylarının “geçmişteki söylem ve eylemleri” sıralanıp, bunlar “laiklik karşıtı eylem ve söylemlerin odağı” olmaya delil gösterilmişti...
O ZAMAN AK PARTİ YOKTU Kİ!
Gel de, “kuzu”ya hak verme!..
Ne diyordu kuzu;
“Ben geçen yıl henüz doğmamıştım ki!”
Dolayısıyla;
“Suyu bulandırmam imkânsız!”
Erdoğan ve AK Parti kurmaylarının eylem ve söylemlerinin de iddianameye gerekçe yapılması imkânsız!..
Niye imkânsız?
“çünkü o zaman AK Parti yoktu!..
AK Parti, henüz kurulmamıştı!..”
AK Parti’nin Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği, mahkemenin de “esas” hakkındaki iddianamesini hazırlaması için Yargıtay Başsavcısı’na ilettiği “ön savunma”, daha doğrusu “iddialara verdiği cevap” dün kamuoyuna açıklandı.
AK Parti’nin hazırladığı “ön savunma”da, biraz önce “Kurt-Kuzu” misali ile açıkladığım olay, şöyle dile getiriliyordu:
“İddianame; partimizi, geçmiş bazı partilerin devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç bellidir. AİHM’in bir siyasi partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle, partimizin de kapatılmasının Sözleşme’ye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir.
Ancak, bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001 yılında tamamen yeni bir parti olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de göstermiştir.”
DEMİREL’Lİ-BAYKAL’LI CEVAP!
Bir kurt, eğer “kuzuyu yemeyi” kafasına koymuşsa, elbette “tek bahane” ile yetinmez, çeşitli bahaneler uydurur.
Meselâ, der ki;
“Tamam, sen değildin ama, geçen yıl suyumu bulandıran senin annendi... Hem; ha sen, ha annen ne farkeder ki?.. Yaklaş yanıma da, bir güzel yiyeyim seni!”
Biliyorsunuz... Başsavcı Yalçınkaya; “belki bu bahane tutmaz” diye düşünmüş olmalı ki, “yeni bahaneler” sıralamıştı “iddianame”sinde...
Bunlardan biri de, “dini söylemler”di!..
AK Parti’nin “ön savunma”sında, bu “bahane”ye de cevap verilmiş ve denilmiş ki;
“1991 yılında yayınlanan ve Süleyman Demirel ile yapılan mülakatları bir araya getiren, “İslâm Demokrasi Laiklik” başlıklı kitapta Demirel şunları söylemiştir:
¥ “Kişi laik olmaz ki. Devlet olur laik. Kişi ya inanç sahibi olur, ya da inançsız olur. Kişinin laikliği diye bir kavram yok.” (s.258).
¥ “Türkiye’nin yüzde 99.9’u Müslüman. 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda din eğitimi için ayrı bir tedbir alınacağı taahhüt edildi. O dönemde din eğitimi ailelere bırakılmıştı. Gençler çok kere babasının cenazesinde Fatiha okumayı bilmeyecek kadar dini bilgiden yoksun hale geldi. 1949’da din eğitimi meselesi devletin önüne geldi. İmam hatip okullarının açılması odur. İmam-Hatip’ler imam yetiştirsin diye açılmadı. İmam hatipler dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı.” (28 Aralık 2005 tarihinde Kanal D’de “Abbas Güçlü ile Genç Bakış” programında yaptığı konuşmadan).
Aynı konuda, “Deniz Baykal’ın konuşmaları”ndan da örnekler verilip, denilmiş ki;
“...CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dini konulardaki beyanları bununla da sınırlı değildir.
Aşağıdaki örnekler de anamuhalefet liderinin yoğun olarak din, başörtüsü ve laiklik bağlamında açıklamalar yaptığını göstermektedir:
¥ “Demokrasi ve özgürlük uğruna laiklikten vazgeçeceğiz derseniz demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk toplumunda İslâmiyet, laiklik ve demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı zamanda sahip çıkmak zorundayız.” (Milliyet, 23.4.2008).
¥ “Kamusal düzene dini tercihin doğal bir biçimde yansıması sorun yaratmamalıdır… Yani kimse toplumsal yaşam, kamusal yaşam içinde dini inancını saklamak, gizlemek zorunda değildir.” (31.05.2002 tarihinde, Kanal 7’de yayınlanan “İskele Sancak” programında yaptığı konuşmadan)
Ayrıca, CHP’nin 26 Nisan 2008 tarihli kurultayı öncesinde hazırlanan ve reklam panolarında yer alan afişlerde Deniz Baykal’ın fotoğrafıyla birlikte verilen şu sözler de dikkat çekicidir:
“çekil aradan.
Din bizim. Devlet bizim. Millet bizim.”
Hemen söyleyelim; Başsavcı, tüm bunları bilmiyor olamaz... Ama, maksat “AK Parti’yi kapatmak” olunca, ne Demirel’i görüyor gözü, ne de Baykal’ı!..
Anlayacağınız, aynı hikâye...
“Kurt ile kuzu”nun hikâyesi!..
MAKASLAMA-CIMBIZLAMA!
AK Parti’nin “ön savunması”nda, Başsavcı tarafından hazırlanan “iddianame” için şöyle deniliyor:
¥ “Kapatma talebinde bulunan iddianame hukuk dışı bir dille kaleme alınmşıtır. Her şeyden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın resmi kayıtlarında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kısaltmasının “AK Parti” olarak belirtilmesine rağmen, iddianamede ısrarla “AKP” şeklinde kullanılması siyasi bir tavrın göstergesidir.
¥ “Partimiz hakkında düzenlenen iddianame baştan sona okunduğunda ilk göze çarpan husus, çok özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınmış olmasıdır. Gerçekten büyük bir kısmı doğruluğu araştırılmadan gazete kupürlerine dayanılarak hazırlanmıştır. İddianame, düzeltmeler, açılan davalar ve mahkeme ilamları dikkate alınmadan, televizyon programlarında yapılan tartışmaların kayıtlarına bakılmadan, günlük gazetelerde çoğu kez çarpıtılarak verilmiş haberler ve köşe yazarlarının kasıtlı yorumları “makaslama” ve “cımbızlama” yöntemiyle delil hanesine konularak kaleme alınmıştır. Böylece “klasörleri dolduran deliller” ile desteklenen bir iddianame görüntüsü verilmeye çalışılmıştır.”
Bu “cevap”lara hak vermemek mümkün değil... Başsavcı, gerçekten de “o günkü” gazete haberlerini almış ama “ertesi gün” yayınlanan “tekzip” veya “cevap”ları hiç dikkate almamış!..
öyle ya;
“Bahane” varken, “gerçeğe” kim bakar?!?..
“BAŞSAVCI’DAN 3 MİLYAR İSTİYORUM!”
Bütün bunlardan sonra, şu soruyu sormanın tam sırasıdır: “Başsavcı’nın açtığı dâvâ ile, Türkiye ne kazandı?”
“ön savunma”da, bu soruya da cevap vardı ve şöyle deniliyordu:
“Siyasi ve ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi, kaybetmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.”
Peki, AK Parti’nin bu “gerekçe”si doğru mudur?.. Yani, gerçekten de ülke kaybetmiş, halk fakirleşmiş midir?..
Şu tevafuka bakın ki; AK Parti’nin “ön savunma”sının açıklandığı gün, yani dün, emekli öğretmen Lütfi özkul’dan bir “mail” aldım...
Lütfi özkul, “Allah rızası için şikâyetnamemi yayınlayın” diyordu elektronik mektubunda...
Lütfi özkul, “Şikâyetname”sinde diyordu ki;
“Şikayetçiyim Başsavcıdan... O ki, müdde-i umum... Yani toplumun, yani umum vatandaşların, yani benim de haklarımın savunucusu... Ama nerede... Hakkımı savunmak şöyle dursun, hakkımın gaspedilmesine sebep olmuştu... Yaptıklarıyla, beni maddi ve manevi ağır zarara uğratmıştır.
Ben devletimin sadık bir memuru idim... Ben bir öğretmen idim... öğrencilerime hakkı, hukuku, vatanını, milletini, devletini sevmeyi öğretmeye çalıştım hep... 30 yıl bu şekilde devletime ve milletime hizmet ettikten sonra iç huzuruyla emekli oldum bu yıl... Söylemekte bir beis görmüyorum; 34.000 YTL birikmiş emekli ikramiyesi ile 950 YTL emekli maaşı bağlandı... Allah bereket versin dedim, kanaat ettim...
Bu parayla önce birikmiş borçlarımı ödedim, huzur duyarak. Sonra da yıllardır değiştiremediğim arabamı birkaç model yeniledim.
Yarısı kadarı kalmıştı elhamdülillah… Onu da çocuklarımın istikbali için (düğün vs) bir kenarda tutmalıydım. Türkiye’min ekonomisi de ne güzeldi. Enflasyon düşmüştü... Kendi paramız değerlenmişti. Dövize filan bağlamak, gavurun parasına değer katmak istemiyordum.
Her şey çok güzel gidiyordu. Başkaları ‘yetmiyor, artmıyor’ feveranları koparsalar da ben kanaat ediyordum, hayatımdan memnun idim…
Ta ki sayın Başsavcı, ‘laiklik elden gidiyor, bir şeyler aşınıyor’ krizine kapılana kadar… Sanıyorum birilerinin yönlendirmesiyle, odaklıktan filan bahsederek, yüzde 70’i güldürerek ve de karşısına alarak AKP’ye kapatma davası açmıştı ya…
önce ben de gülmüştüm; ‘böyle de olur mu’ diye... Bir adalet mensubu, hatta adaletin başı bu kadar adaletsiz, bu kadar belli bir görüşün mensubu gibi davranır mı diye…
Fakat sonra ne oldu?
Sonra derin mi derin birilerinin elbirliği ile oluşturmaya çalıştıkları kaos oluşmaya başladı.
Ekonomimiz alt üst olmaya başladı. Piyasalar tedirgin oldu, dış sermaye ürktü, kaçtı. Döviz aldı başını fırladı… Olan da benim bir avuç parama oldu. TL olarak tuttuğum param, kısa zaman içinde iki, üç bin YTL(milyar) değer kaybetti. Bu miktar sayın savcı için küçük bir harçlık olabilir, laiklik falan filan için feda edilebilir ama benim için değerliydi.
öyle ya ‘Serçeye çubuk bere’ dememişler mi?...
Hülasa olarak şikâyetçiyim Başsavcıdan… 3 milyarımı istiyorum… Hem Türkiye’min Savcı bey yüzünden uçup giden milyar dolarlarında ve refahında, vatandaş olarak benim de hakkım vardı. O hakkımı da istiyorum Savcı beyden. Sırtını açarak Hz. Ukkaşe’den kırbacı vurmasını isteyen Efendimiz zamanında olsaydı belki alırdım hakkımı Savcı beyden. Ya da bir Rum vatandaşla olan davasında Kadı’nın kararına kolunu kesilmesi için uzatan Fatih zamanında olsaydı belki alırdım.
Fakat, Başsavcıdan bu dünyada hakkımı alamayacağımı biliyorum. Sizler de şahit olun ki ruz-ı mahşerde alacağım inşallah… İyi ki İlahi adalet var…”
Demek oluyor ki;
Türkiye, gerçekten kaybediyor!..
Halk, gerçekten fakirleşiyor!..
Emekli öğretmen Lütfi özkul’un “3 Bin YTL’si eridiğine” göre, varın milyonlarca insanı düşünün!..
Ama, kimin umurunda!?!.. “Laiklik” yaşasın da, Lütfi özkul’lar ölürse ölsün!..
öyle değil mi Bay Yalçınkaya?!?..
Amacınız “kuzu”yu yemek değil mi?..
---------------
İşte... çifte standart!
Vakit, ne ile suçlanıyordu?..
“İşte o üyeler” manşeti atıp, “fotoğraf”larını da yayınlayarak “Danıştay üyelerini hedef göstermek”le değil mi?..
Allah’a şükürler olsun ki; “Danıştay cinayeti”nin, “Vakit’le hiçbir ilgisinin olmadığı” daha sonra gelişen olaylarla ortaya çıktı... Danıştay üyelerini; Vakit’in değil, “Ergenekon Terör örgütü’nün hedef aldığı” kanıtlandı.
Böylece, “Vakit’in hedef gösterdiği”ni iddia edenlerin, “nasıl hedef saptırdığı” da görüldü!..
Malûm, Vakit’e saldıranların elindeki tek malzeme, “işte” kelimesiydi!.. “İşte” demek, “hedef gösterme” oluyormuş!..
O halde, şimdi de biz soralım...
Vatan gazetesinin, dün “tam sayfa” verdiği, “İşte linç ekibi” sürmanşeti ve “işte yeni üsleri” manşeti ile yaptığı nedir?..
“İşte”yse, alın işte!.. “Fotoğrafları” da yayınlanan “İsmail-ağa Cemaati”nin üyeleri “hedef gösterilmiş” olmuyor mu?..
Eğer bu bir “hedef gösterme” değilse, “demeç ishali”ne yakalanıp, salya-sümük Vakit’e saldıranların yaptığı neydi?..
Tükürürüm, böyle “çifte standart”ın içine!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi