Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Hepimiz suçluyuz!..

Hepimiz suçluyuz!..

Zaman buldukça İstanbul’un eski mahallelerini gezmeye giderim…
Eski mahalleleri gezmek, tarih içinde yürümek gibidir.
“İstanbul’da eski mahalle kaldı mı?..” diyeceksiniz?
Kalmış çok şükür. Ecdadın karakteristik özelliklerini yansıtan evler, köşkler, konaklar hâlâ yaşıyor.
Yaşayanlar, geçmiş yaşantılar hakkında bir fikir veriyor en azından. Her süslemede, her sütûn başlığında şanlı ecdadımın hayat tarzını okuyorum.
Büyük bir mirası hovardaca harcayan talihsiz bir nesle mensubiyetimden dolayı utanarak koridorlarda dolaşıyorum.
çarpık cumbasında eski zaman hasreti, taşlıklarında rutubet kokusu, her süslemesinde sanat, her kurnasında “sübhanallah” zikri…
Eski evlerden birini ne zaman görsem içimin hasret ve şefkatle kabardığını hissederim. Yüksek tavanlı odalar ruhu dinlendirmek için düşünülmüş, geniş sofalar ufuklu insan yetiştirmek emeliyle tasarlanmıştır.
Dünya hâkimiyetini yüzlerce yıl sürdürebilmiş insanın, elbette ufuklu ve aydınlık ruhlu olması gerekiyordu.
Sonra ne mi oldu? Tavanlar alçaldıkça ruhumuz sıkıldı, odalar küçüldükçe ufkumuz daraldı. Kendi içimizde sıkışıp kaldık. Ecdadın evlerini insana huzur verecek şekilde tasarlamasının özünde, insanı sıkmama arzusu vardı. Osmanlı insanı, biraz da bu yüzden eve dönmeye bayılırdı.
Bizler gibi vaktini ev dışında geçirmeye çalışmazdı. Tabiî o zaman aileler de “aile” gibi olurdu. Evlerden tekbir sesleri gelirdi.
Zarif minareler o tekbirlerle oluşup semaya uzanmış gibi şimdi. Haşmetli kubbelerin altında maziyi soluklanırken, minarelerin her şerefesinde bir müezzin düşlemek insana huzur veriyor.
Eski ramazanlarda ikişerli ezan okunduğunu birden hatırlıyorsunuz.
Ardından, Süleymaniye gibi ebedî âbideler dikmiş ecdadın torunlarının, modern cami mimarisinde bir varlık gösteremediğini hatırlayıp elemli bir hüzne kapılıyorsunuz.
Yıllardan beri, estetik değeri olmayan taklitlerin kapısına “cami” yazıp (Merkez Camii filan..) “Süleymaniye” inşaa ettiğimizi sanıyoruz! Oysa yeni bir Süleymaniye yapılabilmesinin ilk şartı yeni bir Sinan olmaktır. Yeni Sinan’lar, ancak yeni Süleyman’larla bütünleşmeden oluşur: Süleyman’sız Sinan olunmuyor. O zaman Süleymaniye de olmuyor işte.
Taklitleriyle yetinmek zorunda kalıyoruz. Aslına bakarsanız, modern çağın teknolojiyi estetikten üstün tutan aceleci ritmi mimarîyi de alnından vurdu. Cam, çelik, beton karmaşası içinde soluksuz yaşıyoruz.
çelik ve beton karmaşası, kurt gibi gövdeye girip estetik anlayışımızın ruhunu kemiriyor. Kudret eliyle yeryüzüne bırakılmış izlenimi veren Süleymaniye’yi geçmek şöyle dursun, taklidinde de, korumasında da son derece duyarsızız.
Tarihimiz beton yığınlarının enkazı altında kalmış. Bizans eserlerini korumaya gösterdiğimiz titizliği kendi değerlerimizi korumakta göstermiyoruz. Tabiatıyla eski konaklar, köşkler, sarmaşıklı cumbalar, modern binaların arasında sığıntı gibi duruyor.
Bana öyle geliyor ki; tarihî eserleri tahrip edenler, yahut yurtdışına kaçıranlar kadar, tarihi mekânları koruyamayanlar da suçlu: Hepimiz suçluyuz!
Ah Süleymaniye, ah Süleyman ve ah Sinan!..
Bilmem bizi affedebilecek misiniz?..
Biz ki, ihmallerimiz ve günahlarımızla yalnız kendimizi değil, sizi de kirlettik!
Suçluyuz, ama mazuruz.. Bize paranın tek değer olduğunu öğrettiler. Süleymaniye’ye salt bu anlamda değer biçtik. Sonra öğrendik ki; değer biçilemez değerde: çünkü ortada ne Sinan var, ne Süleyman…
Biz tarihimizi yitirmişiz!
Tarihimizi yitirince, talihimizi de yitirmiş olduk. Ne zamandır tarihsiz ve talihsiziz!
Kendi mahallesi içinde Süleymaniye’ye bu açıdan bakınca her şey daha net görünüyor: İhtimal Sinan, projesini çizerken, teknikten ziyade sağlam imanından akseden ince duygularını kullanmış.
İmanının değer hükümlerini kâğıda geçirmeyi başararak, Süleymaniye ile Selimiye’yi vücuda getirmiş.
Ya ondan sonra gelenler?.. Cumbalı evin isimsiz kalfaları... Sanatın, keyfin, zevkin, üslûbun, estetiğin mimarları...
Dış görünüşten ziyade mekânın iç dünyasını ve iç dünyanın insana etkisini önemseyen sanatkârlar.. Onlar nerede?
Nerede şimdi mermeri tahta oyar gibi oyan ustalar?..
Nerede inancı damıtıp sanata dönüştüren mimarlar?..
Nerede sanatı Saniî Zülcelâl’e yol yapanlar ve bu mânâ içinde mesleklerini azizleştirenler?
Nerede yüksek tavanlı, yuvarlak köşeli evlerde yumuşak huylu, ufuklu ve şefkatli insan yetiştirenler?
ölümsüz eserlerde ölümsüzlük sırrına erenler nerede?
Hepsine selam olsun!


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi