Ah şu 31 Mart Vak’ası!
1876 yılında tahta çıkan Sultan İkinci Abdülhamid, Meşrutiyet’i ilan etmiş,
ancak toplanan Meclis’in bir türlü işlerlik kazanamaması bir tarafa, Meclis’teki oluşumun bir gereği olarak, devleti azınlıkların kontrolüne vermesi karşısında, Meclis’i tatil etmişti...
Bunun üzerine dönemin en etkili siyasî aktörlerinden olan İttihad ve Terakki Cemiyeti üyeleri, Selanik’te toplanıp Padişah’a bir ültimatom verme kararı aldılar. Sultan İkinci Abdülhamid, Meclis’i tekrar toplantıya çağırdı. Buna da “İkinci Meşrutiyet” dendi.
İkinci Meşrutiyet’i takip eden günler, sözün tam mânasıyla kargaşa günleridir. “Hürriyet/ Uhuvvet (kardeşlik) /Müsavat (eşitlik)” çığlıkları ortalığı inletmiştir. Ancak ilk heyecan yatışır gibi olup İttihad ve Terakki iktidarı kendini göstermeye başlayınca ümitler hüsrana döndü. Parlak nutuklarının yaldızı erken döküldü. Çıplak gerçek ortaya çıktı. Gerçi iktidar değişmiş, Padişah’ın yetkileri azaltılmış ve kendisine İttihad-Terakki Cemiyeti diyen grup partileşerek birtakım edebiyatçıları ve tuzu kuruları ile birlikte iktidar olmuştu ama memleket de envai çeşit olumsuzluklara yelken açmıştı. İttihad-Terakki meşrutiyetinin despotik yapısını yaşayan millet, Sultan Abdülhamid’in mutlakıyetini mumla arıyordu. Nihayet iktidar başarısızlıkla suçlanmaya ve doludizgin eleştirilmeye başlandı.
İktidar buna alışık değildi. Hatalarını düzelteceğine herkesi susturmaya çalıştı. Git gide sertleşti ve nihayet işi muhalif gazetecileri sokak ortasında vurdurmaya kadar vardırdı (Ahmet Samim ve Hasan Fehmi Bey cinayetleri). Ayrıca ordu içinde ve memurlar arasında büyük bir tasfiye hareketine girişti.
Bu ise memnuniyetsizliği kitleselleştirmekten başka işe yaramadı. Muhalefetin dozu arttı, yönü değişti (Arap âleminde başladığı gibi başladı, bittiği gibi bitti)... Bazılarının “Sarıklı Mücahid”, bazılarının “anarşist” dediği Derviş Vahdeti, sahibi olduğu Volkan gazetesinde çok şiddetli yazılar yazmaya, milleti isyana teşvik etmeye başladı.
İşte, bu karmaşık ortamda Rumi takvimle 31 Mart, Miladi takvimle 13 Nisan’da bir isyan patladı. Bu isyana, siyasal anlamda tarihe yaklaşmayı marifet sayanlar tarafından “irtica” damgası vuruldu. Aslında bu hareketi tek sebebe bağlamak mümkün değil. İşin içinde cahilane işler de var, kötü gidişatı durdurma isteği de... Bu arada Osmanlı’yı Avrupa’ya peşkeş çekmek isteyen dış güçlerin de hesaba katılması gerekiyor.
Olay, Avcı Taburu’nun ayaklanmasıyla başladı. Tabur, Taşkışla’dan çıkıp Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan Dairesi’ne doğru yürüdü. Yolda kendilerine yağmacılar, sarhoşlar, esrarkeşler, çapulcular da katıldı. Meclis’i kuşattılar. Şeriat devletinde “Şeriat isteriz” diye bağırmaları herkesin rahatlıkla kabullenebileceği bir ortak payda bulma mecburiyetinden olmalı: “Menfaat isteriz” diye bağıramazlardı.
Lazkiye Mebusu Emir Şekip Arslan’ı, Tanin Gazetesi Başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın zannederek öldürdüler. Adliye Nazırı Nazım Paşa o kargaşada can verdi. Nihayet hükümet istifa etti. Bu arada Selanik’te çoğunluğu gönüllülerden oluşan bir ordu toplanıp (buna Hareket Ordusu adı verildi) İstanbul’a yürüdü.
Hareket Ordusu’nun içinde, “Atatürkçü Cemal Kutay”ın tespitine göre Sırp, Bulgar, Yunan, Arnavut ve Makedon çeteciler de vardı. Böylece İstanbul’a geldiler. Sultan Abdülhamid isteseydi, İstanbul muhafızlarıyla dahi onları yok edebilirdi. Kumandanlar, (özellikle de Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa) Sultan Abdülhamid’den Hareket Ordusu’nu dağıtmak için defalarca izin istediler. Bu derme çatma kuvveti Birinci Ordu’yla birkaç saatte dağıtacaklarını söyleyip çok ısrar ettiler. Ancak Sultan Abdülhamid, yalnız padişah değil, aynı zamanda “halife” olduğunu, 30 küsur senedir asla kan dökmediğini, bu yaştan sonra Müslüman’ı Müslüman’a kırdıramayacağını söyleyip izin vermedi.
Olayın görgü şahitlerinden Bediüzzaman Said Nursi, Avcı Taburu’nun ayaklanmasını İttihad- Terakki iktidarının tahakküm sevdasına bağlıyor ve diyor ki: “Ben bir iki dakika seyrettim, biraz yatıştırmaya çalıştım, kabil-i hitap (konuşmaya müsait) olmadıklarını anladığım için de Bakırköy’e çekildim.”
Buna rağmen sehpalara asılmış insanların altından geçirilerek Hurşid Paşa’nın başkanlık ettiği Divan-ı Harb’e çıkarıldı. “Sen de şeriat istemişsin” diye başlayan sorulara muhatap oldu. “Evet, istiyorum” dedi, “Ancak ihtilâlcilerin kasdettiğini kasdetmiyorum. Benim istediğim şeriat, mahz-a adâlet ve hakikattir ki, bu anlayış için de bin canım olsa hepsini fedaya hazırım.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.