Koku kültürü
Isparta konferansıma (ben yabanın malı “konferans” yerine her şeyiyle “bizden” olan “muhabbet” kelimesini tercih ederim) gelenlere kapıda gülsuyu ikram edildiğini görünce, çoktan unuttuğum bir kültürü hatırladım: “Koku kültürü”nü... 1851’de Londra’da düzenlenen “I. Uluslararası Fuar”a Osmanlı’nın gönderdiği ürünler arasında “koku koleksiyonu”nun olması ve bu koleksiyondan İngiliz basının övgüyle söz etmesi, bu konuda bir fikir verebilir.
Edirne sabunu bu sergide “nefaset ödülü” almıştı. Benzer bir fuar da 1855 yılında Paris’te düzenlendi. Osmanlı, uluslararası bu fuara çeşitli ürünlerin yanı sıra bir “koku standı” da açtı. Parisli kadınlar tarafından stand âdeta yağmalandı. Birkaç kez dolup boşaldı. 1862’de Londra’da açılan “II. Uluslararası Fuar”da ise Osmanlı ürünleri 83 madalya ile 44 mansiyon aldı.
Bizim Topkapı Sarayı Müzesi ile Paris’teki Louvre Müzesi’nde birer “Osmanlı koku arşivi”nin bulunması boşuna değil.
Anlayacağınız, hayatı kültürle iç içe sokan anlayış, “güzel koku”yu da icat edip geliştirdi. Batı’nın tüm icatları teknoloji alanındaki iken, bizimki genelde “hayata dair” oldu...
Onlar bize teknoloji sundu, biz “güzel yaşamanın sırları”nı öğrettik.
Bu anlamda pek çok güzelliğe imza attık. Pek çok konuyu da kültüre dönüştürdük: “Koku kültürü” bunlardan sadece biri...
Avrupa farkında olsa da olmasa da, bugün Avrupa’yı olumlayan güzelliklerin önemli kısmında izimiz var. Gerçi onlar inkâr ediyor ama hakikat değişmez: Tuvalet ve banyo kültürünü bile bizden aldıklarını biliyoruz.
Tuvalet kültürünü Avrupa, Osmanlı’dan almıştır.
Öte yandan, “Temizlik imandandır” anlayışının bir ürünü olarak, Osmanlılar bazıları sanat ve estetik açıdan da “şaheser” olan hamamlarla şehirlerini donatırken Avrupa, insanı yıkanmayı “günah” sayıyordu. Çünkü yıkandığı takdirde vaftizden çıktığına, bu yüzden cehenneme gideceğine inanıyordu.
Osmanlı’nın su ile bütünlenmiş hali, 1552 yılında Osmanlılara esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı, “Kânunî Devrinde İstanbul” isimli kitabında şöyle anlatılır:
“İspanya’da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise sık sık yıkanırlar. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiç bir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”
Bu durum sadece İspanya’ya has bir durum değil, o dönem Avrupa’sında geçerli bir yaşam biçimidir. Zaten o dönem Avrupa’sında, doktorlar banyo tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından son derece zararlı olduğuna inanılırdı.
Doktor John: “Kulaklara su kaçırmamak şartıyla sadece başınızı yıkayabilirsiniz” diyordu.
Jean de Renoe isimli başka bir doktor ise “Sadece ellerinizi ve ayaklarınızı yıkamanızda bir mahzur yoktur; başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki, başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır” görüşünü savunuyordu.
Yazar Theophrashe Renaudot, su konusunda daha temkinliydi: “Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir.”
XVI. yüzyılda Aziz Benedik, “Banyoya, ancak bazı durumlarda izin verilebileceğini” söylüyordu.
Aziz Francis ise “Yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir” diyerek, yıkanan Hıristiyanları neredeyse “kâfir” ilan ediyordu:
İspanya Kraliçesi İzabel, biri doğumunda, diğeri gerdek gecesi olmak üzere, tüm hayatında sadece iki kez yıkanmış olmakla övünüyordu.
Yani Avrupalının, “suya sabuna dokunmama” geleneğinin bir de “dinsel” boyutu var...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.