Osmanlı’da devlet ve seçim
Söylemiştim ya, Başöğretmen Hikmet Bey’in (çocukluğumun ilkokullarında müdürlük makamında başöğretmenler otururdu) çok sık tekrarladığı bir “terane” vardı:
“Padişahların her isteği kanundu” derdi, “Cumhuriyetle birlikte Meclis geldi ve bu sayede bir kişinin keyfi ile yönetilmekten kurtulduk...”
Neden sonra çuval çuval belge okuyarak anladım ki, Osmanlı Devleti, bizim Başöğretmen’in sandığı ya da göstermek istediği gibi, padişahın emir ve yasaklarıyla yönetilmiyordu.
Kuruluşundan başlayıp gelen bir “meşveret” (danışma) sistemi vardı. Hemen her konu görüşülüp tartışılır, ondan sonra karara bağlanır ve uygulamaya konurdu.
Padişahın her an görüştüğü iki başdanışmanı vardı: Sadrazam ve şeyhülislâm...
Hukuka ilişkin problemleri şeyhülislâma, muamelata (uygulama) ilişkin olanları sadrazama danışırdı.
Zaman zaman padişah bu ikisini birden davet eder, devlet yönetimiyle ilgili konuları derinlemesine tartışırlardı.
Herhangi bir konuda küçük bir tereddüt hâsıl olması halinde ise “Divan” (Bakanlar Kurulu) toplantıya çağrılır, tartışma daha geniş bir zemine taşınırdı.
Bazen de şeyhülislâm ve sadrazam, konuyu önce alt kadrolarında olgunlaştırır, padişaha ondan sonra getirirlerdi.
Padişahlar gerçi sarayda yaşarlardı, ama halkın nabzını tutmak, tepkisini ölçmek için sık sık “tebdil” (kılık değiştirip halkla buluşmak) çıkar, kimi zaman ise “Ayak Divanı” denilen sistemle halkla yüz yüze görüşürlerdi.
Toplantı günü önceden belli olan “Ayak Divanı”na ülkenin her tarafından halk temsilcileri katılır, “umumi ahval” hakkında bilgi verir, talepte bulunurlardı.
Bu yüzdendir ki, Romanya eski Başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga başta olmak üzere bazı yabancı tarihçiler, “Türk cemiyetine demokrasi zihniyetinin hakimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir” (Les voyageurs Français dans I’Orient Europeen, 1928, Paris, s. 44) demekten kendilerini alamamışlardı.
Tabii Iorga’nın kasdettiği demokrasi, bugünkü anlamda, seçimle işbaşına gelmiş bir “parlamenter sistem” değildir. Daha ziyade, insanın değeri ile yaradılış hikmetini kavrayan yöneticilerin “kul hakkı” korkusundan ve “adalet” duygusundan yeşeren dini, hukuki ve ahlâki prensipler bütünüdür.
Yani bir “Sandık Demokrasisi” değil, “Eşref-i Mahlükat” olan insanın saadetini amaçlayan bir “Vicdan Demokrasisi”dir.
Tabii bu “Vicdan Demokrasisi”nden yalnız Müslüman “teb’a” nasiplenmemiş, Hıristiyan, Musevi ve sair “zımmî”ler de nasiplerini almıştır.
Dünya “Sandık Demokrasisi”ni daha önce keşfedebilmiş olsaydı, Osmanlı’da ürpererek hatırladığımız “kardeş katli” belki hiç olmayacak, kardeşlerden biri seçimle işbaşına gelecekti.
“Sandık” şimdiki halde beşerin keşfedebildiği en iyi seçim araçlarından biridir.
Hazin ki, Osmanlı, ilk seçimini ancak 1876’da yapabildiği “Kanun-i Esasi” (ki, ilki Fatih, ikincisi Kanuni tarafından yapılan anayasalar hesaba katıldığında, 1876 Anayasası Osmanlıların üçüncü anayasası oluyor) çerçevesinde 1877 yılında gerçekleştirebildi.
Tabii bu seçimler şimdi yapılan seçimlerden oldukça farklıydı: Halk “müntehib-i sâni” denilen “ikinci seçici”leri seçiyor, onlar da oylarıyla meb’usları (milletvekili) belirliyordu.
Aradan 144 sene geçti..
144 seneden beri sandık başına gidip oy kullanıyoruz.
Sonuçlar umarım, hepimiz için hayırlı olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.