Vekillerime dokunma!
Evet, devlet diye bir şey var ve bu "devlet" dediğimiz şey, bir kısmı seçilmiş, büyük çoğunluğu atanmış kişiler aracılığıyla vücut buluyor, karar alıyor ve işleri yürütüyor.
Hepimiz pekâlâ biliyoruz ki "devlet" bazı şeyleri yapabileceği halde yerine getirmez, bazı şeyleri ise yapamayacağını bildiği halde üstlenir. Yapabilecekleri ve yapamayacakları arasında kendi imkânlarının şuuruna varmasına biz kısaca "devlet aklı" diyoruz.
Ben vaktiyle devlet aklı bir şey olduğuna samimiyetle inanırdım; sonraları bu inancım zayıfladı, hatta yok raddelerine geldi fakat son günlerde yeniden "var galiba böyle bir şey" diye düşünmeye başladım.
Anlatayım: Devlet istese mesela trafik ihlâllerini görülmemiş derecede azaltabilir, uyuşturucu ticaret ve kullanımını yok raddelerinde daraltabilir; daha kaliteli, ucuz ve güzel meskenlerde oturmamızı kolaylaştırabilir; bundan daha fazla vergi toplayıp gelirlerini savurganlık etmeden daha verimli kullanabilir. Mutâbık mıyız? Mutâbıkız. Öyleyse devam edelim...
Devlet isteseydi meselâ bir Kürt meselemiz hiç olmayabilirdi; olsaydı bile şimdiye kadar defalarca meseleyi ağırlaştıran sebeplerin üstüne gidebilir, işi halledebilirdi. Devlet isteseydi meselâ bu ülkede sağ-sol gerilimini sokakları kan gölü şekline çevirmeden marjinal bir boyutta tutabilirdi. Alevileri küskünleştirmeyebilirdi meselâ. Eğitim sistemi aracılığı ile herkeste mevcut tabii dozdaki vatan sevgisinin, hastalıklı boyutlara ulaşmasını engelleyebilirdi. İstemiş olsaydı dindarları aşağılamadan, ötekileştirmeden, "ben devletin ve neye nasıl ve ne kadar inanacağınıza ben karar veririm" demeden, her toplumda bulunması tabii sayılmak gereken dindar-laik bloklarını birbirine düşürmeden vicdan hürriyeti konusunda tatmin edebilirdi.
Devlet, her nedense büyük meselelerimizi çözmek yerine ağırlaştırmak yolunu seçiyor. Problem çözmüyor, yoksa yenilerini ihdâs edip çözümsüzlük noktasına sürüklüyor. Türkiye'de "Devlet"e rağmen problem çözmek isteyenler, evvelâ meselenin kendisiyle değil, devletin bizatihi kendisiyle yüzleşmek zorundadır. İşte BDP'li Hatip Dicle ile Ergenekon sanığı vekiller hakkındaki kararlar: "Kanun böyle, mevzuat böyle buyuruyor" diyorlar; şeklen haklı fakat devlet gücü kanunların sadece yapılmasını değil, yürütülmesini de kapsar. Ergenekon sanıklarının seçime girmesine yeşil ışık yakan otorite, bugün "Yemin edemezsiniz, bırakmam; yargı kararı böyle" diyor. Bu kararın bir şekilde kanuna uygun olduğu muhakkaktır ama vicdanı yaralıyor. Halkın serbest iradesiyle verdiği destekle vekil seçilenlerin, yasama görevlerini yapmasını bir şekilde engellemek, varlığı hakkında şüphe duyduğum devlet aklının menfî tezahüründen başka bir şey değildir.
Bir tarafta Ergenekon sanıklarının isyanı uç noktalara doğru artırılmakta; öte yandan BDP'lilerin belki de tek anlaşılabilir siyasî tutumlarını teşkil eden, "Zaten söylüyorduk, bunlar barış istemiyor" yakınmalarına "hukukî" bir tarzda fiilen destek kazandırılmış oluyor.
Ergenekon sanığı, BDP'li veya başka birisi... Bunlar aynı zamanda tasvip etmesek de bizim de vekillerimiz. Kim ki halkın oyuyla vekil seçilmiştir, yasama görevini yapması için hak kazanmıştır; bu insanların seçimle kazandığı haklar engellenmemelidir. Biz ki, çözüm yeri olarak her zaman Meclis'i gösteren bir anlayışın savunucularıyız; Meclis'i çare olmaktan çıkaran her türlü karara var gücümüzle karşı çıkmalıyız.
YSK, problem çözmüyor; problemin parçası haline geliyor. Nice seçimden beridir gurbetçilerin çektiği çileleri görmezden gelip çözümü erteleyen, seçim arifesinde adayları nâhak yere veto eden devlet aklı, şimdi de Meclis'in meşrûluğunu tartışılır hale getiren adımlar atıyor ve sistem, çözüm ihtimâli beliren her yere elinde benzin bidonu ile koşuşturarak direniyor! Ne kadar ilginç!
Bu defa ne işe yaradığı meçhul "devlet aklı"na karşı, Hatip Dicle'nin, Mustafa Balbay'ın, Mehmet Haberal'ın, hatta BDP'nin de sesine kulak vermeliyiz. Kısa ve kesin...
El Hakk yâ'lû velâ yû'lâ aleyh!