Öyleyse Tuncel Meclis’te olmamalı
Hatip Dicle’nin milletvekili olmasını engelleyen sözler şiddete bir övgü içermiyordu.
Tamamen düşünce özgürlüğü içinde ele alınabilecek bir açıklama Türkiye’nin hakim yargı sistemi içinde ‘terör örgütü propagandası’ kapsamına sokuldu ve Dicle’nin yolu kesildi.
Ancak Sabahat Tuncel’in konuşmasını bu kapsam içinde görmek mümkün değil, çünkü bu doğrudan şiddeti yücelten bir konuşma.
Saldırıda ölen gençlerin gariban Anadolu çocukları olduğu gerçeğini görmeyen, ailelerinin acılarına saygı göstermeyen, barış ortamını zehirleyen bir açıklama.
Tuncel hala şiddettin gücüne inanıyorsa, Meclis’te olmamalı, mücadelesini çıkıp dağda sürdürmeli.
Türkiye şu an içinde bulunduğumuz sıkıntılara rağmen, Kürt sorunu çözmeye çok yaklaşmış durumda.
Ankara’nın Kürt sorununu tanımış olması, yıllardır süren inkarcı politikaları terk etmiş olması aslında çözüm yolunda atılmış en önemli adım.
Devlet bununla da yetinmeyip PKK’yı dağdan indirmek için neler yapılması gerektiği konusunda Abdullah Öcalan’la görüşmelere başlamış.Bizzat Öcalan’ın kendisi görüşmelerin müzakere aşamasına geldiğini söylüyor. Böyle bir tabloda siyaset yapanların çözüm sürecini zorlaştırıcı, taraflardan birini tahrik edici, acılarını kaşıyıcı tavırlardan vazgeçmesi şarttır.
Evet, Kürtler daha büyük acılar yaşamış, daha ağır bedeller ödemiştir.
Tek başına ana dilinin yasaklanması bir halk için en ağır bedeldir.
Ancak Türkiye’nin ve dünyanın bugün geldiği nokta, bu sorunu görüp tanımlama ve demokratik yollarla çözme imkanı vermektedir.
Böyle bir ortamda şiddetin arkasında durmak, çözümün karşısında durmakla eş anlamlıdır.
Sabahat Tuncel bu noktada sorunun çözümünü zorlaştırıcı bir işlev görüyor, Türkiye’nin Batısı’nı farklı bir noktaya sürüklüyor.
Bu tutumun bedelini Habur’da ödedik.
Habur’da bir kısım medya ve dönemin CHP lideri Baykal’ın barış kutlamalarını, zafer şenliği olarak yorumlaması tarihi bir fırsatın önünü kesti.
Oysa, PKK dağdaki gerillasını indirme iradesini açıkça ortaya koymuş, bölge halkı evlatlarının tabutta değil de yürüyerek gelmesini, şiddetin sona ermesini coşkuyla karşılamıştı.
Bu tavrın kötü niyetli yorumu hem süreci kapattı, hem de nice cana maloldu, olmaya devam ediyor.
Bugün Cumhurbaşkanı Gül, Anayasa Mahkemesi devreye girmiş ve Hatip Dicle meselesini çözmeye çabalıyor.
Burada doğru tutum pozitif enerji olarak nitelenen çabalara destek olmaktır.
Sabahat Hanım’ın açıklamalarında ve tavırlarında bunu göremiyoruz ne yazık ki.
Batum yine sahnede
CHP’li Süheyl Batum’u anlamak zor.
Akademsiyen, üniversitede yöneticilik yapmış bir isim.
Ama provakatif davranmaya bayılıyor. Birlikte ekrana çıktığı insanlara hakaret ediyor, her ortamda gerilim yaratıyor. Hukuk profesörlüğünden siyasete geçiş yapmış birinin fikirleriyle ortaya çıkması beklenir ama Sayın Batum sürekli olarak provokatif tavırlarıyla ortaya çıkıyor.
Gazetecilerin fikirlerini beğenmiyorsa, baştan tavır alır ve karşı olduğu isimlerle birlikte ekrana çıkmaz.
Ama hem ekrana çıkıp hem de hakaret yağdırırsa, en azından medenice davranmış olmaz.
Cheers’in barmeni çevre savaşçısı olmuş
Türkiye’de lüfer için başlatılan kampanya etkili oldu, herkes lokantada yediği balığın santimini sorar oldu.
Neredeyse yanımızda cetvel taşır hale geldik. Kampanyanın amacı, denizlerimizdeki sayısı hızla azalan lüferin soyunu kurtarmaktı.
Kampanyayı başlatanlar yasal avlanma sınırı olan 14 santime balık henüz yumurtlama aşamasına gelmemiş olduğu için karşı çıkıyor ve 24-26 santim sınırı istiyor.
Benzer bir mücadeleyi Amerika’da Ted Danson sürdürüyor.
Yaşı müsait olanlar TRT döneminin ‘Cheers’ dizisinden hatırlar onu.
Danson, Michael D’Orso ile birlikte ‘Oceana’ isimli bir kitap yazmış.
Lokantaya ipadd’i ile gidiyor ‘Seafood Watch’ isimli uygulamadan hangi balıkların yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu öğrenip ona göre sipariş veriyormuş.
Mesela hızla yok olan Akdeniz ton balığını kesinlikle yemiyor.