Zalim İdarecilere İtaat Ve Ebu Hanife
En son bir kötülük, haram, günah işlemek ile emir verildiğinde, böyle bir çirkinlikle karşılaştığımızda ona itaat etmemekle beraber, aynı zamanda o kötülükle münasip bir şekilde mücadele ederek onu ortadan kaldırmaya çalışmamız gerektiğini yazmış ve bu mücadelenin çeşitlerini açıklamıştık.
Şimdi de bunu başka bir açıdan tasnifleyerek ve önemli bir misal vererek konuyu iyice vuzuha kavuşturmaya çalışalım.
Buna göre kötülüğe muhalefet ve karşı koyma iki derecelidir:
1-Aktif Muhalefet: Yani yetki varsa kuvvet kullanarak el ile yapılır. Bunun bugünkü şartlar ve ortamlarda zorluğunu bir önceki yazımızda anlatmış, konuyu yargıya havale gereğinden bahsetmiştik. Bu da mümkün olmaz ise, kötülükle dil ile mücadele edilir. Çağımızda medya da bu kısma girse gerektir.
2-Pasif Muhalefet: Kötülüğü benimsememe, surat asma, tavır koyma, pasif direnme, dinlememe gibi muhalefetini bir biçimde ifade etme. Diğer muhalefet türlerinin kaynağı da aslında kalpte başlar değil mi? Öyleyse burasının çok bilgili, bilinçli ve kuvvetli olması gerekir.
Çağımızda “kamuoyu baskısı”, “mahalle baskısı”, “medya baskısı” diye bazen övülen bazen sövülen bir müeyyidenin, bir yaptırıcı gücün ne denli etkin olduğunu bilmem ki uzun uzadıya anlatmaya gerek var mıdır?
Şimdi bırakın demokrasilerde devlet yönetiminin temelini teşkil eden partilerin kamuoyu baskılarından etkilenmesini, artık şirketler ve marketler bile kendileri hakkında sürekli “kamuoyu araştırmaları” ve “anketler” yaptırmaktadırlar. Hatta son zamanlarda bu gücün farkına varan kimseye eyvallah etmeyen, kendini memleketin sahibi sanan kimi kişi ve kurumlar bile, kendilerini kanunsuzluğa teşvik edenlere, “artık işler değişti. Bu tutumları halk sevmiyor. Halka rağmen bir şey yapamayız” demeye başladılar.
Görüyorsunuz, memlekette anket yapan bir sürü kamuoyu araştırma şirketleri var ve bunu bilimsel olarak iş yapmaya devam etmektedirler.
Hatta iş o raddeye varmıştır ki partiler, seçim öncesinde her adımlarını bu araştırmalar göre atmakta, ona dayanarak halkın nabzına göre şerbet vermektedirler. Bir konuşmaları, bir icraat veya vaatleri benimsenmemiş ise, anketlere bakarak bunu anlıyor ve hemen ondan vazgeçiyorlar.
İktidar partileri de iktidarda kalmak için ister istemez halkın memnuniyetini sağlamak zorundadırlar. Yoksa yıkılıp gidecektirler. İşte kamuoyu baskısı bu kadar önemlidir.
Aklı başında olan her insan, insanların kendisini dışlamalarını umursamazlıktan gelemez. Bunun sebebini araştırır. Böyle yapan dostlarına “arkadaş, bana niye surat asıyorsun? Suçum ne?” diye sorar. Öğrenirse de tekrar arayı düzeltmek için gereğini yapar.
Bu yüzden kötülüğe buğzetme, surat asma, sırt dönme, ilgiyi kesme anlamında “kalp ile mücadele” çok önemli ve etkin bir unsurdur.
Asırlar öncesinde İmam Ebu Hanife bunu yapmıştı. İmam Ebu Hanife bu görüş ve tavrı sadece söylemekle kalmamış, aynı zamanda uygulamıştır da. Bunun birçok örneğini Mevdudî, “Hilafet Ve Saltanat” adlı eserinde dile getirmiştir. (Bkz. s. 375-378.)
İmam Ebu Hanife zalim yönetime karşı olduğunu göstermek için onların verdiği “başkadılık” görevini reddetti. O görev büyük bir görevdi. Devrin “adalet bakanlığı” kendisine teklif ediliyordu. Ama o, yönetimi temize çıkarmamak için bunu reddetti. Bu yüzden çok acılar çekti, zindanlarda eziyet ve işkence gördü. Buna rağmen tavrından asla fütur göstermedi, asla taviz vermedi. Hatta ölümü bile bundan oldu denir.
Bu arada hemen belirtelim, yoksa dikkatli yorumcularımız sorar, bu görevi İmamın en büyük talebesi Ebu Yusuf kabul etmiş ve hakkıyla da yapmıştır. Neden kabul ettiğini burada kendi sözünden naklen yazmıştık, isteyen o yazıyı bulup okuyabilir.
Ebu Hanife’nin örnek davranışlarından birisi de, Zeyd b. Ali’nin ayaklanmasına hem sözle teşvik ederek, hem de malî destek vererek katılmasıdır. Bilfiil katılmasını isteyen mektubu gelince İmam, Zeyd b. Ali’nin elçisine şunları söylemiştir:
“Şayet insanların O’nu yardımsız bırakmayacağını ve gerçekten O’nunla birlikte olacaklarını bilsem, O’na uyar ve birlikte O’na muhalefet edenlerle savaşırdım. Çünkü hak imam odur. Ama korkarım ki atası Hz. Hüseyin gibi, O’nu da yardımsız bırakacaklar. Fakat malımla O’na yardım ediyorum ki, bununla kendisine muhalefet edene karşı güçlensin.” (Mevdudî, age. s. 375-378.)
Bu çok önemli bir meseledir. Bir cemaat, bir millet, bir ordu iman, hukuk, ahlak, irade ve silah bakımından savaşa hazır mıdır? Kur’an’da Talut ve Calut kıssası bu anlamda çok dikkat çekicidir. (Bakara 246 vd.) O ayetlerin tekrar tekrar okunarak üzerinde düşünülmesi gerekir. Biz sadece 249. Ayeti yazalım:
“Talut ordusunu harekete geçirip sefere çıkınca askerlerine şöyle dedi:
“Allah sizi, bir ırmakla imtihan edecektir. İmdi onun suyundan içen benden sayılmayacak; Sadece avucuyla aldığı mikdar muaf olmak üzere, Kim onun suyunu tatmazsa o da benden sayılacaktır.” Derken onların pek azı hariç, varır varmaz ondan içtiler. Talut ile yanındaki müminler ırmağı geçince O vakit beri yanda kalanlar “Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak takatimiz yoktur” dediler. Ölümden sonra diriltilip Allah’ın huzuruna çıkacaklarını bilenler ise şöyle dediler: “Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle, büyük cemaatlere galip gelmiştir. Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.”
Bu olay, müminlere cihadın zorluklarını anlatmak, dolayısıyla onları bu işi omuzlamaya hazırlamak için anlatılmaktadır.
Aradan yıllar geçer, Şeyh Said Merhum Doğuda şeriatı kaldıran yeni yönetime İslam adına Allah için isyan eder. Macera malumdur, anlatmayalım. Fakat konuyla ilgili bir hatıra var orada: Mahkeme esnasında bir ara hakim sorar: “Şimdi olsa yine isyan eder miydin?”
Cevap çok ağır ve acı, aynı zamanda bir o kadar da ders ve ibret vericidir: “Benim bu ahaliden sıdkım sıyrıldı. Kimse şeriata razı olmuyor!”
Şeriat yoksa cihat niçin?
Neyse, biz gelelim meselemize. Ebu Hanife o günün zalim yönetimi tarafından zindanlarda kırbaçlanmıştır. Bunun sebebini az yukarda yazdık. Ama asıl sebep önemlidir: O zamana göre “adalet bakanlığını” sayılan bir görevi kabul etmeyerek zalim sultanın yanında olmadığını ve onları meşru saymadığını göstermesidir. Aynı zamanda onun zalimlere karşı beslediği muhalefeti ve bu muhalefetin yeri geldiğinde sergilenmesi gereğidir.
Yoksa meşru halifeye biat ve itaat, dinin bir emridir ve Müslüman bu itaatten ayrılamaz.
Neden mi?
Sevgili “egulü” kardeşimiz “yeriniz dar” diye bizi iğnelese de, yazı gerçekten çok uzadı, gelecek yazıda görelim inşallah.