İslâm ve dünya
“İslâm hukukunu zalim, barbar ve adaletsiz görmek yanlıştır. Hiçbir şey Batı’nın gördüğü kadar yalın ve anlamsız değildir...”
“Suriye ve Mısır gibi Müslüman ülkeler, Avrupa’dan, hatta İsviçre’den çok önce kadına oy hakkı tanımışlardır. Kur’an, Müslüman kadınlara mülk edinme, miras, boşanma, nafaka, iş kurma hakkını 1400 sene önce vermiştir. Kur’an’ın, 1400 yıl önce kadına verdiği haklar, benim büyük annemin bu çağda bile yabancısı olduğu haklardır. Bu konuda da Avrupa, İslam’ın çok gerisindedir.”
Buna benzer sözleri “bizimkiler”den çok duyduk. Ancak bu kez durum farklı: Bu kez “bizden biri” değil, İngiltere Veliahtı Prens Charles söylüyor.
Prense göre Batı, diplomasiyi, serbest ticareti, açık sınır politikasını, akademik araştırma tekniklerini, antropoloji, görgü, alternatif tıp ve hastaneyi Müslümanlardan öğrenmiştir. “Bugün bile, İslâm’ın, evreni kucaklayan entegral görüşünden, Batı’nın öğreneceği çok şey vardır”.
Görüldüğü üzere, Prens’in yaklaşımı salt bir “arayış”ın ürünü değil, “çözümleme” sürecinin parçasıdır. Prens, “Hayat mücadeledir” anlayışı ekseninde giderek vahşileşen insanlığa yeni bir çıkış noktası gösteriyor.
Artık bunu görmek gerekiyor...
Zira insanlık materyalist algılamaların sonuçlarını gördü. Genel ve yerel savaşlarda kendini tüketti. Terörün getirdiği açmazlarda boğuldu. Maddeciliğin sonucu olarak doğup gelişen sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü, ahlâksızlığı, adâletsizliği, yolsuzluğu, bencilliği, başıboşluğu, kirliliği (ruh ve çevre plânında), rüşveti, vurgunu, soygunu, uyuşturucu belâsını ve bunların olumsuz etkilerini yıllar boyu soluk soluğa yaşadı.
Anladı ki, atılan taş ürkütülen kurbağaya değmemiştir: Lüks ve ihtişama ulaşma ihtirasına, insanlığın huzuru kurban edilmiştir.
İnsanlık artık daha insanca yaşamanın yollarını arıyor ve dini değerlerle yeniden tanışıyor. Böylece dini değerler, olumsuzluklardan, mutsuzluklardan kurtulmanın tek çaresi olarak dünya gündemine yeniden giriyor.
Oysa Bacon’dan Volter’e, Marks’tan Rousseau’ya kadar, “Aydınlanma Çağı”nın hemen hemen tüm düşünürleri, dinin, “fetişizm”den ve “animistik” boş inançlardan ibaret olduğunu, dolayısıyla da yirminci yüzyıl içinde ortadan kalkacağını söylüyorlardı.
Zaten aydınlanmacıların çoğu “ateist”, ya da “deist”ti. Bu yüzden dini, insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engel olarak görüyorlardı. “Aydınlanma Çağı insanı”na din değil, “akıl” ve “bilim” yol gösterecekti!
O yoldan insanlığın nereye geldiğini gördük, yaşadık ve yaşıyoruz...
Kısa aralıklarla iki dünya savaşında yüz binlerce ölü, sakat ve aç insan...
Savaş bitmek üzereyken, sırf “Amerikan gücü”nü vurgulamak için yapılan Hiroşima ve Nagazaki (Japonya) katliamları...
Almanya’nın Dresten kentinin yok oluncaya kadar müttefikler tarafından bombalanması sonucu öldürülen 35 bin çocuk, kadın ve sivil...
Gizli savaşlar, gizli-açık işgaller, gizli-açık darbeler... Yüzlerce terör olayında ölen binlerce insan.
“Hedefe ulaşmak içir her şey mubah” anlayışını rehber edinen Batı insanının git gide vahşileşmesi... Altta kalanın canının çıktığı bir hayat felsefesi (Dünyanın yarıdan fazlası açlık sınırında yaşıyor, ama daha öldürücü silahlar imal etmek için milyarlarca dolar harcayan zengin ülkelerin kılı kıpırdamıyor)...
“Dinsiz hayat”ın dünya kamuoyuna armağanı bunlar!
Bütün bu acılardan sonra, dinin belirleyici ve etkileyici gücü yeniden gündemde. Din gerçeği bütün ağırlığıyla kendini hissettiriyor. İnsanlık, elbette bilimden, teknikten vazgeçmiyor, ne var ki, hayatı daha yaşanır kılma yolunda, yeni ufuklar arıyor ve geri dönülemez biçimde dini değerlere yöneliyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.