İslam Hukukunda Başkaldırıya Üç Çağdaş Alimden Görüşler
EbuHanife ve Mütezile'nin temsil ettiği bu “Temkin Görüşü”, zalim ve fasık imama başkaldırmada fırsat ve imkanları kollayarak başarı şartlarını elde edinceye kadar sabırla bekleme diye özetlemiştik.
Bu konuda bu coğrafyada yaşamış v herkesin takdirini kazanmış iki çağdaş alimimizden de bazı görüşlere bakalım isterseniz.
Haydar Hatiboğlu, İslam dinine göre kötü ve zalim İslam devleti idarecilerine karşı takınılacak tavrın ne olacağı hususunda Davûdî’den şunları özetler:
“Alimlerin bu nokta hakkındaki görüşleri şöyledir: Bir fitne ve zulme sebebiyet vermeden o devlet yetkilisinin işine son verilmesi ve işgal ettiği mevkiden indirilmesi mümkün ise, bu yola gidilir. Fakat bu yolla görevden alınması mümkün görülmediği takdirde yapılacak şey, sabretmektir. Bazıları da şu görüşü beyan etmişlerdir: Fasık ve zalim bir kimsenin emirlik gibi devlet makamına baştan seçilmemesi gerekir. Kendisine biad edilirken adaletli olup da, sonradan sapıtıp zulüm ve haksızlık yapmaya başlayan emir, küfrü benimsemedikçe ona karşı isyan ve ihtilal yoluna gidilmez. Dinsizliği ve küfrü kabullenince, artık ona karşı çıkmak ve onu mevkiinden indirmek için başka çarelere baş vurmak vacip ve meşru olur.”(Sünen’iİbnMaceTercemesi ve Şerhi, 8/16.)
Ömer Nasuhi Bilmen Üstadımız “İslam hukukunda bağilere müteallik meselelere dair” açtığı bölümde, bağinin tarifini yapıyor.(Hukuk-u İslamiyye Ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/333.) Şu ikazda bulunuyor:
“Tarifteki “muhik olan veliyyi’lemr” (Veliyyu’lEmr’i şöyle tarif eder: “Ya İslam cemaatının seçimi ile veya kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla hakimiyet makamını elde edip Müslümanların bir emniyet ve selamet dairesinde yaşamalarını sağlamaya muvaffak olan herhangi bir Müslüman kişi demektir”) kaydına nazaran bâğiy, ancak adil, muhik-haklı olan bir veliyyulemr’in hak olan emirlerine karşı yapılan bir muhalefet ve isyandan ibarettir. Yoksa bir veliyyulemr’in, zalim bir hükümdarın haddizatında hak, meşru, yasal olmayan hareketlerine, emirlerine muhalefet göstermek bağy’den – başkaldırıdan- sayılmaz. Bu halde idareciye düşen vazife, haksız hareketleri, işlenen zulümleri terk etmekten başka değildir.
Zalim bir idareciye karşı isyan edilmesi takdirinde Müslümanların kendisine yardım etmeleri icap etmez. Çünkü böyle bir yardım, zulme destek vermek olur.
Tarifteki “biğayr-i hakkin – haksız yere” kaydı da gösteriyor ki, bağy, ancak haksız yere yapılan muhalefet ile gerçekleşir, yoksa bir hakka dayanan muhalefet, bağy -isyan- sayılmaz. Buna göre zalim veya üstüne düşen vazifeleri yerine getirmekden aciz bir idareciye karşı isyan eden kimse bağiy (isyancı) değildir. Belki böyle bir idareci, azle -görevden almaya- mustahak olur. Eğer azli bir fitneye sebep olmazsa.
Zulüm ve haksızlığa karşı hakkıyla muhalefet eden bir zümreye bir fayda düşünüldüğü takdirde her müslümanınyardım etmesi bir vazifedir.”(Ö.N. Bilmen, age. 3/411)
Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız “Bir fayda düşünüldüğü takdirde” derken, gerekli güç ve kuvvet ve cemaatıkasdetmiştir. Kendisi tarifinde “menea sahibi” diyor. Menea’yı da şöyle tarif ediyor: “Menea: kuvvet cemaat. Bu kelime, hem isim, hem masdar, hem de mai’in çoğulu olabilir. Çoğul olduğuna göre: “Bir şahsın hâmîsi ve aşireti olan kimseler” demek olur ki, o şahsa başkalarının tecavüz etmelerine mani olurlar. En az on ve bir görüşe göre dört kişiden müteşekkil bir kuvvete sahip olan kimseye “zîmenea” denir”(Ö.N. Bilmen, age. 3/344)
Demek ki güç, kuvvet, cemaat, izzet ve hamisi yani destekçisi, koruyucusu olmayan herhangi bir şahsın, bir veliyyul emre karşı münferit muhalefeti ise sıradan bir isyandan ibaret olacağı cihetle hakkında “buğat” ahkamı uygulanmaz.
Yine böyle bir isyan “te’vile” yani, sahibince meşru görülen bir delile dayanmalıdır. Bunun “açıkça küfür” olduğunu söyleyenler, Ubadeİbn-i Sabit’in şu rivayetini delil getiriyorlar:
“Hz. Peygamber (sav) biat almak üzere bizi çağırdı. Gittik biat ettik. Bizden biat sırasında koştuğu şartlar arasında “dinlemek ve itaat etmek” şartı da vardı. Öyle ki emir hoşumuza gitse de, gitmese de, darlıkta olsak da bollukta olsak da, başımızdakiler bencilliğe düşerek makamlarını kendi menfaatlerine kullansalar da, itaat edecektik. Yine makam sahipleriyle, yanımızda Allah’tan açık bir delile muhalefetle açıkça bir küfre düşmedikleri müddetçe, makam hususunda kavga etmemek şartı da vardı.”( Buhari, Fiten, 2 ; Müslim, İmare, 42. (1709). Hadisin Şerhi için bak. A. Davutoğlu, Müslim Şerhi, 8/718)
İbrahim Canan, Aynî, İbn-i Hacer, ve Nevevî’den nakiller yapıyor ve “küfür, tevil imkanı olmayan bir nassla, yani ya Kur’an’dan bir ayet, veya sahih bir hadisle sabit olmalıdır. Küfrün dışındaki fıskı, zulmü sebebiyle saltanat hususunda imamla kavganın caiz olmadığını, bu tür kötülüklerin rıfkla, münasip bir dille imama söylemek, hatırlatmak güzel görülmüştür.” sözlerini aktarıyor.(İ. Canan, İslam Işığında Anarşi, s. 271-272)
Ancak kafir imam ve idareciler için, ifadeler gayet açıktır: “İbn-i Hacer, bir başka vesile ile, kafir imama karşı isyan vecibesinin icma ile sabit olduğunu ve bu vecibenin her müslümana terettüp ettiğini belirterek sözünü şöyle noktalar: Buna gücü yeten sevap kazanır, göz yumup müdahene eden (yağcılık yapan) günahkar olur, gücü yetmeyen de oradan hicret eder.”(a.e.g. s. 272)
Sonuç olarak, eğer fitneye sebeb olmayacak ve netice almak imkanı da olacaksa, gücü yeten herkesin zalim ve kafir sultanın her çeşit kötülüğüne karşı müdahele etmesi vaciptir. Böyle bir kimse müdahele etmezse, mesuldür.(İ.Canana.e.g. s. 268)
Bu şartlarla mücadele veren kimselere yardım etmek de bir vazifedir.(Ö.Nasuhi Bilmen, a.e.g. 3/411)
Eğer fitneye sebep olacaksa ve netice alma ihtimali çok zayıfsa, duruma göre, kalben buğz, sabır, karışmamak tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyenin altında da, bir çok hadisler vardır. Bu konuda en fazla delil getirilen hadis şudur:
“Huzeyfe anlatıyor: “Herkes Resulullah’a hep hayırdan sorardı, ben ise, bir gün bulaşabilir korkusuyla, şerden sorardım. Bir seferinde aramızda şu konuşma geçti:
-Ey Allah’ın Resulu biliyorsun, biz cahiliye ve şer devri yaşadık. Allah bizi İslam gibi bir hayırla nimetlendirdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?
-Evet, var.
-Peki bu şerden sonra tekrar hayır var mı?
-Evet var, fakat bunda bulanıklık var.
-Ondaki bulanıklık da ne?
-O zaman bir gurup insan olacak, benim gösterdiğim yoldan ayrılıp bir başka yola gidecek. Onların bazen iyi, bazen kötü olduklarını görürsün.
-Peki bu hayırdan sonra şer var mı?
-Evet, bunlardan sonra cehennem kapılarına çağıranlar olacak, onlara kim uyarsa, uyanı cehenneme atacaklar.
-Ey Allah’ın Resulü, bunları (cehenneme çağıranları) bize anlat.
-Onlar bizim derimizi taşırlar, bizim dilimizle konuşurlar.
-Bu zamana yetişirsem bana ne yapmamı emredersin?.
-Müslümanların imamlarına ve cemaatlarına katıl.
-O zaman onların ne cemaatleri ve ne de imamları mevcut değilse?
-O takdirde mevcut olan bütün grupları terket, öyle ki bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olman (gibi ne kadar kötü şartlar içinde de olsan) ölüm sana gelinceye kadar öyle kal, (fakat gruplara karışma).( Buhari, Fiteni,11; Müslim, İmaret, 51.(1847) Açıklama için bak. A.Davudoğlu, age..9/14)
Bu hadisi şerh eden alimler “onlar bizim derimizi taşırlar” tabirine dayanarak çıkacağı bildirilen kötülerin kendi kavmimizden, kendi dinimize mensup kimseler olacağına, “bizim dilimizle konuşurlar” sözünden de onların harici bir işgalci olmayıp, yerli dile mensup ırkdaş olmaktan başka, ayet, hadis ve hikmetli sözler söyleyen kimseler olacağına hükmederler.
Yukarıda benzerlerini zikrettiğimiz gibi, itaatla ilgili bir hadis de şudur: Seleme bin Yezid el-Cu’fî (r.a.) Resulullah (sav)’a soru sorarak:
-Ya Nebiyyellah! Lütfen söyle! Başımıza, kendi haklarını bizden isteyen, fakat bizim haklarımızı bize vermeyen amirler gelirse, bize ne emir buyurursun?
O, kendisinden yüz çevirdi. Sonra tekrar sordu. Yine ondan yüzünü çevirdi. Sonra ikincide veya üçüncüde ona tekrar sordu da Eş’as bin Kays onu çekti. Efendimiz (sav) de:
-Dinleyin ve itaat edin! Onlara, ancak yüklendikleri, size de yüklendikleriniz vardır. Buyurdular.( Müslim, İmaret, 49 (1846); Tirmizi, Fiten, 30. Hadisin Şerhi için bkz. A.Davutoğlu, Müslim Şerhi, 9/14.)
İbrahim Canan bey, bu itaatta ısrarın sebebini “fitneyi önlemek” olarak ifade ediyor ve şu izahı getiriyor:
“Fitnenin sebep olacağı ferdi ve içtimai zararların büyüklüğü ve çokluğu sebebiyle İslamiyet bütün gücüyle fitneyi önleyici ve bastırıcı tedbirlere ağırlık vermiştir. Fitnenin önlenmesi uğruna fertlerden fedakarlığın azamisini istemiştir. Fitnede başlıca şu zararlar vardır:
1-Namus kanı dökülür halbuki, daha önce belirtildiği üzere Kur’an-ı Kerim, namuslu bir kimseyi öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi büyük bir suç olarak değerlendirmiştir.
2-Fitnenin çıkarılması kolay, durdurulması imkansız denecek kadar zordur. Fitne bir kere çıktı mı onun açtığı içtimai yaralar, nesilden nesile geçer tam iyileşmeden kıyamete kadar devam eder. İşte Şîa fitnesi: Hz. Osman zamanından günümüze on dört asır geçtiği halde zaman zaman ızdırabını çekmekteyiz.
3-Milli birliği bozar, cemiyetin za’fa uğramasına sebep olur, bu da dış düşmanların iştahını kabartır.
4-Fitne hareketlerinden cemiyette her an mevcut olan şer unsurlar istifade eder. İnananlar, nizam taraftarları, devletin güçlü kalmasını isteyenler mutlak suretle bundan zarar görürler. Zira, İslamiyet, Allah’ın rızasını kazanmaktan ibaret olması gereken hedefe meşru olan vasıtalarla gitmeye izin vermiştir. Gayr-ı meşru vasıtalara tevessül etmek kesinlikle yasaklanmıştır. Anarşi ve fitne ise yolların en gayr-i meşrusu ilan edilmiştir.
5-Fitne ile tarihte hedefe varılmamıştır ve varılmayacaktır da. Yukarıda geçen hadiste belirtildiği üzere, tarihte bazı fırkalar Kur’anî çizgiden çeşitli tevillere çıkarak ihtilalci fikirleri benimsemişlerdir. Bunlar zaman zaman fitne çıkarmışlar, hatta iktidarı da elde etmişlerdir. Fakat bunların hiç biri başarılarını ve hatta hayatiyetlerini devam ettirememişlerdir.
Bunlardan az önce ismi geçen Mutezile kendi gibi düşünmeyenleri tekfir etmek, fasık imama itaat etmemek gibi prensipleri benimsemiş, ilk nazarda daha dinamik, daha canlı olacağı intibaını vermesine rağmen elde ettiği başarıları devam ettirememiştir. Onun Abbasi sarayında hakimiyet kurduğu hicri 218-234 yılları arası kendisi gibi düşünmeyen ilim adamlarına tatbik edilen zulüm, işkence, hapis ve kıtallerle doludur ve İslam tarihinin en kara sahifelerini teşkil eder.” İhtilalci yobaz prensiplere dayanarak akıbetlerini hüsranla kapamasalardı İslam tefekkürüne katacakları renklilikle fikrî hayatta sebep olacakları hareketlilik ve canlılık sayesinde belki de İslam tarihinin ve İslam medeniyetinin daha parlak ve daha mesud mecralara yönelmesine imkan hazırlayacaklardı.( İbrahim Canan a.g.e. s. 273 – 274)
İşte dahilde ceht, çaba ve gayret sarfedilecek ciddi işler, yani tebliğ, emr-i maruf, nehy-i münker ve cihat budur. Bugün herkes kendi yaptığına cihat diyor. Kimilerini kızdırmamak ve gereksiz tartışmalara girmemek için örnek vermeyeceğim. Ama herkes heva ve heves ile mübarek din ve kavramları birbirine karıştırmamalı, öyle değil mi?