Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Güneydoğu’ya Seyahat-6

Güneydoğu’ya Seyahat-6

Evliyalar Diyârı Tillo’da Olmak

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi öğrt. gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğrt. üyesi Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya Seyahat” imizin dördüncü durağı olan Siirt’e ve İbrahim Hakkı, İsmail Fakirullah, Veysel Karani ve Sultan Memduh Hazretleri gibi birçok mübarek zâtın türbe ve makamlarının olduğu evliyalar diyarı Tillo’ya gidiyordum.

Şırnak’tan ayrılıp Botan Çayı’nın kıyısını takip ederek kuzeye doğru gidiyorduk. Sapsarı ovalara alıştığımızdan, sarp, çıplak, sivri, keskin özelliklere sahip, dik yamaçlarında bâzan bir kilometre kadar uzayan yan yana sıralanmış ürkütücü şekil ve motiflere benzer kayaları olan Gabar Dağları ve Botan Çayı’nın derin vadiler arasında akışı karşısında bir müddet heyecan yaşadık. Bir Botan türküsünü okuduğum bir kitaptan hatırlıyorum: “Biz içeriz Botanı / Canlara can katanı / Vayle vayle vay / Gidelim Botan Çayına / Seyredelim biz âlemi.”

Güneydoğu coğrafyasının keskin bir şekilde değişmesi, sapsarı ovaların ortasından kara yılan akıp giden yollardaki rutinleşmeye başlayan seyahatimizi birden coşkulu hâle dönüştürdü. İsmail Göktürk, bu fakiri vecde sokan bin miligramlık türküler CD’sini teybe yerleştirerek açtı. İbadetlerden sonra fakiri en ağır vecd ve duygulara gark eden “aziz türkülerimizin” nağmeleriyle gidiyordum Siirt’e ve mübarek mekân Tillo’ya. Türküleri dinledikçe vahşi görünüşlü Gabar Dağları ve derin vadiler arasından akan Botan Çayı’nın varlığı gözümde güzelleşmeye başladı. Türküler, bu dağlar ve ovaların bin yıl önce Selçuklu ecdâdımın ve Horasan’dan gelen erenlerin tasarrufuyla İslâmlaşmış Anadolu’nun parçası olduğunu kalbimi titreterek hatırlattı.

Siirt adının Sami dilinden geldiğini, “Esard”, “Saird” anlamlarının zamanla ağız değişikliğine uğrayarak Siirt adını aldığını okumuştum. Siirtliler genelde dindar ve sakin. PKK ve BDP’nin burada miting ve gösterilerinin nadirattan olduğunu, “toplumsallaşamadığını”, “vur kaç” yaptığını, BDP’nin oylarının yüksek olmadığını öğrendik. Siirt çevresinde mübarek zâtların uzun asırlar tasarrufta bulunmalarının bu olumlu yönde tesiri olduğunu söylüyor İsmail Göktürk. PKK ve BDP zorbalıkla propaganda yapsa da hâkimiyet kuramamış.

Mehmet Yılmaz’ın Siirtli askerlik arkadaşı Berber Abdurrahman’ın dükkânındayız. İki asker arkadaşı hasret gideriyorlar. Abdurrahman samimi biri. Bize çay ve Siirt kebabı ikram ediyor. Onun PKK ve Etnik Kürtçülüğe meyyal olmayan mert ve samimi davranışı, askerliğim sırasında aynı bölükte olduğum dürüst bir Siirtli erin onurlu duruşunu hatırlattı.

Sohbet meclislerinde fikri öldürdüğü için tatlı yemeyi yasakladığım gibi askerlik lafını da yasak etmiştim. Ancak fikirli askerlik mevzu olursa anlatılabileceğini şerh düşmüştüm. Askerde yazıcı olduğum için nöbet çizelgesini de hazırlıyordum. Bir gece koğuşta uyurken bir el omuzuma dokunuyor. Uyandığımda karşımda esmer ince yüzde simsiyah gözleriyle, suretinde masumluğun bütün alâmetleri görülen ve Türkçe’yi zor konuşan Siirtli bir er tam teçhizat, tüfek omuzunda duruyor. “Hayırdır.... bir şey mi var...?” dedim. “Ben, nöbet çizelgesine göre yemekhane nöbetçisi iken nöbetçi onbaşısı... beni cephanelik nöbetine götürdü. Bunu çok defa yapıyor...”

Onun mağdur ve masum hâli karşısında hırsla kalktım. Kışın en soğuk günleriydi. Bu adaletsizlik yapılır mıydı? Yanıma kasaturayı alarak öbür koğuşta olan hain onbaşının yatağının başına geldim. Serde gençlik ve ülkücülük var. Kasaturayı onbaşının yatağının kenarlarını kesecek şeklinde birkaç kez savurdum ve kasaturayla ranzanın korkuluklarına vurdum. “Kalk......!” diye hakaretamiz bir şekilde bağırdım. “Seni şikâyet etmeyeceğim. Fakat bir daha nöbet çizelgesi dışına çıkarsan ayaklarını bu kasaturayla kırarım...” dedim. Bir daha yapmadı ki, mesele kapandı.

Masumluğun ve dürüstlüğün sembolü Siirtli er bir gün “Yasak Nizamiye Kapısı”nda gece yarısı nöbetçidir. Bölük Komutanımız olan Yüzbaşı her gece ilçe merkezinde alkol alan müzmin bir alkolik. O gece Yüzbaşı sarhoş bir halde “Yasak Nizamiye” den lojmanına geçmek istiyor ve “oğlum asker aç kapıyı...” diyor. Siirtli asker “olmaz komitan, dolaş da gel” diye cevap veriyor. “Dolaş da gel denilen” yer bir kilometre uzaktaki “Genel Nizamiye” kapısıdır. Yüzbaşı, “Aç kapıyı oğlum...”diye ısrar üstüne ısrar etse de Siirtli nöbetçi kapıyı açmıyor. Yüzbaşı, “oğlum ben bölük komutanın Yüzbaşı Teoman, tanımadın mı?” diyor. Siirtli er, “ben seni tanimaz komitan, dolaş da gel” diyerek kararlı duruyor. Yüzbaşı sertleşmeye başlayınca tüfeği Yüzbaşıya doğrultarak, “vallah billah ben seni tanimaz komitan, dolaş da gel” diyor. Yüzbaşı geçemeyeceğini anlayınca küfürlü nidalarla “Genel Nizamiye” ye doğru sallanarak gidiyor.

Ertesi gün Personel Astsubayımız “...çabuk otur daktilonun başına, bir nöbetçi er bölük komutanını yasak nizamiyeden içeriye almamış. Erin ifadesinin alınmasını ve mahkemeye verilmesini istiyor....” Erin, Siirtli olduğunu görünce bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Yukarıda anlattıklarım bir astsubay, bir üsteğmen nezaretinde yapılan ifade sırasında duyduklarımdır. Ortalık dağılınca Siirtlinin dâva dosyasını hazırlamaya başladım. Astsubaya “bu er çok dürüst ve vatansever biridir” dedim. “Kafanı yorma, göreceksin erin ifadeleri Yüzbaşıyı zor duruma düşürecek” dedi. Sonunda dâva dosyası Siirtli lehine döndü ve zaten sicili bozuk olan yüzbaşı kusurlu görülerek sürgün edildi.

“YÜKSEK RUHLAR” DİYÂRI TİLLO’DAYIM

İsmail Fakirullah, İbrahim Hakkı, Abdurrahman Bin Avf, Şeyh Muhammet El Hazin ve günümüzde Şeyh Burhaneddin Hazretleri gibi hayli mübarek zâtların diyarı Tillo’da yoğun manevî duygular içindeydim. Tillo, programda yoktu. Bu ulular mekânında olmayı İsmail Göktürk hediye etti fakire. Tillo, “yüksek ruhlar” anlamına geliyormuş. Ulu mâzisini bugüne taşıyan beldeler listesinde kanaatimce ilk sıralardadır. Yeni adıyla Aydınlar ilçesi.

Fakirullah Hazretleri’nin manevî tesiri üç asırdır sürüyor. Adını taşıyan türbe, câmi ve külliye bölge halkınca sürekli ziyaret edilen manevî bir öneme sahip. Dualarımızı ettikten sonra bahçede, bir dalı yılan, bir dalı aslan kafası şeklindeki ağaç uhrevî bir duygunun yanında eski zaman efsanelerinin motiflerini çağrıştırıyordu. Fakirullah Hazretleri ile sohbetlerinden hiç ayrılmayan damadı, müridi ve halifesi olan İbrahim Hakkı Hazretlerinin türbeleri yan yanaydı. Türbeler kesme taştandı. Fakirullah Hazretlerinin türbesi sekiz köşeli ve büyük kubbeli, İbrahim Hakkı Hazretlerinin türbesi ise dört köşeli ve küçük kubbeliydi. Fakirullah Hazretlerinin türbesi, güneş ışıklarına açık bir kubbe ile örtülmüş. İbrahim Hakkı Hazretlerinin kendi kurmuş olduğu sistemle türbenin yanındaki kulenin prizmasından giren güneş ışıklarının sandukayı aydınlatması sağlanmış. Ona ait kozmoğrafya âletlerinin, çeşitli eşyaların ve el yazma eserlerin korunduğunu gördüm.

Fakirullah Hazretlerinin 1657’de Tillo’da doğduğunu, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in amcası Abbas’ın soyundan geldiği rivayet edilen dedesiyle babasının Tillo’ya yerleşip müderrislik yaptıklarını, onun iyi eğitim aldığını, babası vefat edince Tillo’daki câmiin imamlığını ve vaizliğini yaptığını, kendi işlerini bizzat yaptığını ve tarlada çalışarak el emeğiyle geçindiğini, Hacdan döndükten sonra bir gece yatsı namazı için câmiye giderken kör bir kuyuya düştüğünü ve bu kuyuda mazhar olduğu mânevî hâller sonucunda sekiz yıl süren bir halvet dönemi yaşadığını, ömrünün son yıllarında dahi irşad ve sohbeti terk etmediğini, yöresindeki birçok sosyal ve siyasî meselelerin çözümü için yardımının istendiğini öğrendim.

Efendimiz (s.a.v)’in İslâm’ı tebliği ettiğini duyup Yemen diyârında kendi kendine Müslüman olan, âmâ anasına bakmaktan dolayı Efendimiz (s.a.v.)i görmek isteyip de gidemeyen, Efendimiz (s.a.v.)in, hırkasını çıkarıp hediye olarak gönderdiği, hususi meftunluğum olan mübarek şahsiyetlerden Hz. Veysel Karani’nin türbesini görmeyi arzu ettiğimi bilen İsmail Göktürk, “dinlenmeye” dair her şeyi bir tarafa bırakarak bu fakiri “Ziyaret Beldesi” ne götürdü.

Hazret-i Ali Efendimiz safında Sıffin Savaşı’nda şehit düşen, üç ayrı diyârın Müslümanlarının “bu şehit bizimdir” diyerek paylaşamadığı Hz. Veysel Karani’nin türbesini nihayet ziyaret ediyordum. Selçuklu döneminde yapılan türbe, Sultan Abdülaziz tarafından bizzat talimat verilerek büyük bir kubbeyle örtülmüş ve bakım görmüş. Türbenin yanında adını taşıyan câmide cezbe hâlindeydim.

Ziyaretin girişine yakın bir çayhanede çay içerken yaşları seksen civarında olan üç aksakallı nurlu ihtiyar çay içiyor ve içlerinden biri diğerlerine hâl dilinden, fakat biraz şecaatle bir şeyler anlatıyordu. İhtiyarın siması ve konuşma tarzı gönlümüze değmiş olacak ki, İsmail Göktürk, “....şu konuşan ihtiyar amcayı dinlemek ve onunla çay içmek ister misin?” dedi. “Elbette” dedim. Hemen kalktı, ihtiyar amcaya “müsaadeniz varsa sizlerle oturup sohbetinizi dinlemek istiyoruz” dedi.

Güzel ihtiyarlarla musafaha ettikten sonra hâl dilinden konuşan ak sakallı ihtiyara Maraş’tan geldiğimizi, “akranınız olan bu güzel insanlara neler anlattığını” sorduk. Siirt çevresi ağzıyla “evde, her yerde insanlar dünya ve mal konuşuyorlar. Niçin Müslüman yaratıldık, niçin dünyaya geldik? Bunlar üstüne ve manevî âlem hakkında hiç kelime konuşan yok. Canım sıkıldı. Bu dostları alıp burada bunları konuşuyoruz” dedi.

Güzel ihtiyarın şikâyetine bayıldım doğrusu. Onun bu mübarek beldede bile hane halkı arasında dildaş bulamamaktan ve sohbetdaş sıkıntısı çekmekten şikâyet ederek ihtiyar yaşında evden kaçıp, akranı olan ahbaplarıyla bir çayhanede gönlünce sohbet etmek arzusunu âcizane çok iyi anlıyordum. “Hâl ehli böyle olur, her vakit gönül dilinden konuşacak dost gurbetini yaşar ve dildaşını arar...” dedim.

İkindi üzeri, Selçuklu ecdâdımın emekleri geçen bu âsûde diyâra bir Siirt türküsünün içime doğan sözleriyle veda ediyordum: “Siirt bir beyaz gelin / Vayle, vayle, vayle.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi