Dil ve tarih üzerinden ideoloji üretmek
1972-74 arasında iki yıl kadar Türk Tarih Kurumu’nda çalıştım. Kurum dernek olarak kurulmuştu, Atatürk’ün mirasından pay alıyordu ve o zamanlar Ankara’nın en büyük matbaasına sahipti. Tarih Kurumu Basımevi ihale piyasasına da girdiği için, bazı matbaacılık firmaları Kurum’u yıpratmaya çalışıyorlardı.
Kurum’un başkanı ve üyeleri vardı; bunlar bir ilim heyeti gibi idi ve sürekli bulunmazlardı. Bir de bürokrasisi vardı, onun müdürü/genel müdürü Uluğ İğdemir’di. Uluğ İğdemir, beden eğitimi öğretmeni iken Atatürk tarafından keşfedilmiş ve bu göreve getirilmişti.
O yıllardan hatırladığım, Selçuklu tarihi konusunda büyük bir otorite olan ve alanında hâlâ aşılmamış eserleri bulunan Prof. Dr. Osman Turan’ın Kurum üyeliğinden atılması idi! Atılma sebebi de tahmin edilebileceği gibi “irtica”!
1970’lerde Tarih Kurumu’nun çok fazla göze batmadığını, buna karşılık Dil Kurumu’nun çok aktüel olduğunu söyleyebiliriz. Bu Kurum’un türkçe üzerindeki tasarrufları, kültür hayatımızda ciddi hasarlara yol açmıştı. Bu iki kurum “dernek”ti, fakat Atatürk’ün mirasından aldıkları payla resmî kurumlara taş çıkartacak bir rahatlık içinde idiler.
12 Eylül darbecileri, hem bu kurumlara giden Atatürk’ün mirasını kontrol etmek, hem de ideoloji üretecek bir yapı oluşturmak maksadıyla “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu”nu kurdular. Anayasa’nın 134. maddesi çerçevesinde 2876 sayılı kanunla “yüksek kurum” oluşturuldu ve Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi bu yüksek kurula bağlandı.
12 Eylül darbecileri resmî ideolojiye revaç vermek niyetiyle oluşturdukları bu kurumu Anayasa’ya sokarak sonraki yönetimlere ciddi bir zorluk çıkardılar. Türkiye sivilleştikçe, bu kurumlara olan ihtiyaç azaldı. Çünkü devlet, ideolojik bir cihaz olmaktan çıkıyor, akıl ve ilim öncelikli, günün dünyasını doğru kavrayan bir yapı olmaya yöneliyordu.
Geçen sene bu günlerde, 12 Eylül Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi için halk oylaması sürecinde idik. Halk bu oylamada, değişikliğe ciddi bir katılımla “evet” dedi. O günden bu yana, yönetim, 12 Eylül anayasasını tarihe gömecek, gerçek bir anayasa yapmayı hedef haline getirdi.
Ekim ayında Meclis toplandığında, ilk gündeme gelecek konular arasında yeni anayasanın yer alması şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye’nin yeni anayasasında, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” ile ilgili bir hükmün bulunması düşünülebilir mi?
Doğrusu, böyle bir ihtimal göremiyorum. Dil ve tarih üzerinden ideoloji üretmek artık günümüzün konusu değil. Bu sebeple, bu kurumların geleceği, bugünlerde kanun taslakları hazırlanarak belirlenemez. Bu kurumların geleceği, anayasa değişikliği sonrasında gündeme gelecek ve makul bir çözüme bağlanacaktır.
Diğer kurumlar için bir şey söylemek istemem, fakat Dil ve Tarih kurumlarının, işin içinde Atatürk’ün vasiyeti de bulunduğundan, bu vasiyeti gözardı etmeyen bir çözüme kavuşturulması doğru olacaktır.
Konunun devlet yapısı içinde değil, sivil toplum alanı içinde çözümlenmesinin daha doğru bir tercih olacağı görüşündeyim. Dil ve Tarih kurumları, her hâlde, konunun tarafı olan kuruluşlar ve kişiler işin içine katılarak, geniş bir katılımla, dernek veya vakıf statüsünde yeniden yapılandırılacaktır.
Kitap hattı:
Eyüp Sabri Paşa ve Tarihçiliği. Dünkü yazımızda, Tarih Kurumu’nun Ali Birinci döneminde bir kütüphane dolusu eser yayınladığından söz etmiştik. Bunlar içinde genç ilim adamlarımızın eserlerine de yer verilmesi ayrı bir güzellik. Mehmet Âkif Fidan’ın bu eseri, 19. Yüzyılın önemli şahsiyetlerinden Eyüp Sabri Paşa ile ilgili bugüne kadar yapılmış ilk ciddi ve kapsamlı çalışma. Biz Eyüp Sabri Paşa’yı Miratü’l-haremeyn (Mekke Medine tarihi) isimli eseriyle hatırlıyoruz. Fakat, merhum kılıç (bahriye paşasıdır) ve kalem sahibi şahsiyetimizin 10’dan fazla telif eseri var. Akif Fidan kitabında Eyüp Sabri Paşa’nın hayatını, eserlerini, fikirlerini kapsamlı olarak bugünün okuyucusuna sunuyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.