Huzur aranıyor!
Çoğumuz huzursuzuz!.. Çünkü huzur kaynaklarımız kurutuldu... Zikrin, fikrin ve şükrün rahatlatıcı etkisinden uzaklaştık... Çoktan beridir “tekke”, “zaviye” ve “dergâh” gibi “huzur” kaynaklarından da mahrumuz... Üstelik dert ortağımız bile yok... Dostluklar güvensiz, arkadaşlıklar çıkar eksenli, komşuluklar tutarsız... Artık evlilikler bile “anlaşmalı” yapılıyor: “Boşanma halinde mal varlığının şu kadarı kadının, şu kadarı erkeğin...” Yuva mı kuruluyor, şirket mi, belli değil! Eskiden daha güzeldi her şey: Dertli yürekler güvenilir dostların yüreğinde dinlenir, huşu içinde yapılan “dergâh” ibadetine demlenir, derin arkadaşlıklarda huzur ve sükûnet bulurdu. Artık bunlardan mahrumuz: Bunlardan mahrum olduğumuz için de, güncel olayların acımasız saldırısı karşısında savunmasızız... Sükûnet bulamıyoruz... Doğal olarak, başta “depresyon” ve “panik atak” olmak üzere çeşitli “ruh hastalıkları” tarafından, ruhumuz kemiriliyor!.. Bunalıyoruz! Oysa eskiden böyle değildik... Hayat böyle yaşanmaz, hiçbir insan bu kadar yalnızlaşmazdı. Osmanlı ceddimiz zikrin yanına fikri, fikrin yanına şükrü koyar, tekkelerde, zaviyelerde, dergâhlarda sükûnet arardı... Daha da olmazsa evinin bir köşesini “tekke”ye döndürür, ailece zikrin ve şükrün inanç eksenli ritmini yakalardı... Bu Devr-i Saadet’den gelen bir “Peygamber modeli” idi... Osmanlılar Devr-i Saadet insanını onca yokluk içinde “huzur” ve “mutluluk” kaynaklarına ulaştıran sırrı çözmüş, kendi çağına taşıyıp baştâcı etmişti. Bugün sahip bulunduğumuz imkânların yüzde birine bile sahip bulunmamalarına rağmen, yüzlerce yıl huzur içinde yaşamaları bunu gösteriyor... O günlere kıyasla, en fakirimizin bile çok şeyi var... Ama ne fakirimiz mutlu, ne zenginimiz... Ne zenginimizde huzur var, ne yoksulumuzda! Yuvarlanıp gidiyoruz! ¥ Patır patır devrilen (sıra Kaddafi’den sonra kime gelecek?) Arap diktatörlerin akıbetine baktıkça, dünyanın “bir varmış, bir yokmuş” masalı olduğunu daha yakından kavrıyor, insan!.. Görüyorsunuz ki, mal-mülk, servet-şöhret, makam-mevki, hatta krallık-başkanlık filan dünya kadar büyük yalanlarmış! Demek oluyor ki, bizler bir “yalan” uğruna birbirimizi kırıyoruz, eziyoruz, sömürüyoruz, incitiyoruz, kandırıyoruz, kirletiyoruz, kemiriyoruz! Zenginleşmek, meşhur olmak ya da yüksek bir mevkie tırmanmak için bir birimizin yüreğine basıyoruz! Oysa insanlar, ne kadar varlıklı, ne kadar kuvvetli-kudretli olurlarsa olsunlar, midelerinin alabildiği kadarını yiyebiliyorlar. Başka bir deyişle, herkesin serveti yiyebildiği kadardır! Gırtlağı geçtikten sonra, zeytin ile havyarın da hiçbir farkı yoktur. Her şey devrilene kadar, yahut kabir kapısına kadardır... Saraylar, köşkler, hanlar, yatlar, lüks otomobiller, uşaklar, hizmetçiler, rütbeler, makamlar, mevkiler, tac-ü tahtlar geride kalıyor... Herkes ölüm yolculuğuna yapayalnız çıkmak zorunda! Bari ömrümüzü “huzur” içinde geçirelim. Ama nasıl? Maalesef “para”, “huzur”dan önce geliyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.