Avrupa ile ilk buluşmamız
Her zaman söylediğim gibi, Osmanlı Devleti İstanbul’u fethetmek üzere kurulmuştur. Fetih tefekkürünün özü ise, Peygamber-i âlişan Efendimiz’in, Konstantiniye’nin fethedileceğine ilişkin meşhur müjdesidir.
O müjde, Peygamberine sevdalı yürekleri harekete geçirmiş, teşkilatlandırıp devlet kurdurmuştur.
Fakat Söğüt-Domaniç arasında doğup Bursa ve İznik’e (yani Doğu Roma’nın yüreğine) doğru gelişen yeni devletin fetih emeline ulaşması, Rumeli’ye taşmasını ve o canipten Bizans’ı kuşatmaya almasını gerektiriyordu. Orhan Bey bunu görüşmek için topladığı istişare (danışma) meclisindeki komutanlarına sordu: “Hanginiz Rumeli’yi fethetmek ister?”
Kimsenin cevap vermesine kalkmadan, büyük oğlu Süleyman Beşe (paşa) atıldı:
“Bu seferi bana ısmarla Begüm.”
İsteği kabul edilince, hazırlıkları yapıp yola çıktı. Virancahisar’a geldi. çimpe Kalesi karşı kıyıda (Rumeli yakasında) fatihlerini bekliyordu. Ama oraya geçmek için gemiler lâzımdı. Henüz kuruluş aşamasında bulunan Osmanlı Devleti’nin elinde ise tek gemi bile yoktu.
Bu durumda Süleyman Paşa, ya olumsuz şartlara teslim olup geri dönecek, ya da şartları zorlayıp karşı kıyıya geçmenin başka bir yolunu bulacaktı.
Orhan Gazi’nin şanlı oğlu şartlara teslim olmadı. Şartlara teslim olunmaması halinde şartların değişeceğine inanıyordu. Oğlu İsmail’le Mekke çöllerinde yalnız bırakılmış Hz. Hacer’i, Safa ile Merve tepeleri arasında koşturan ilâhi ilhama benzer bir ilhamla çevresine bakındı. Etraf ağaçlıktı. Yüzü aydınlandı: “Ağaçları kesin, asmalarla bir birine bağlayıp sallar yapın.”
Hz. Hacer çölde bulunması en imkânsız olan şeyi, suyu aramış, Allah da arayışını boşa çıkarmayıp umudunu Zemzem’le ödüllendirilmişti. Süleyman Paşa’nın şartlara meydan okuyan duruşunu da sal yapmayı ilham ederek ödüllendirdi.
ötesini meşhur müverrihimiz (tarihçimiz) âşıkpaşazade’den dinleyelim…
•
"Bir gün Süleyman Paşa memleketi gezerken Aydıncık'a geldi. Temaşa etmeye (seyretmeye) başladı. Bir garip binalar gördü. Biraz durdu. Hiç kimseye söylemedi. Ece Beg (Bey) derler bir aziz er var idi. Hayli bahadır olarak anılırdı. Süleyman Paşa'ya: ‘Han'ım neden düşünceye daldın’ dedi.
“Süleyman Paşa: ‘Bu denizi geçmeyi düşünüyorum, öyle geçsem ki kâfirin haberi olmaya’ dedi.
Ece Beg ve Gazi Fazıl: ‘Biz ikimiz geçelim, Han'ım görsün’ dediler.
Süleyman Paşa: ‘Nereden geçersiniz’ dedi.
Dediler ki: ‘Han'ım! Burada bir yer var ki yakındır. Geçecek yerlerdir.’
Gittiler. O yere vardılar ki, orası Görece'den aşağı deniz kenarında Viranca Hisar’dur.
çimbi'nin (çimpe’nin) karsısında Ece Beg ile Gazi Fazıl çabucak bir sal yaptılar. Bindiler, çimbi Hisari'nın (çimpe Kalesi’nin) civarına çıktılar. Bağların arasında bir kâfir ele geçirdiler. Sala kodular. Hemen Süleyman Paşa’ya getirdiler.
Süleyman Paşa bu kâfire bir kaftan giydirdi. Başına bir başlık verdi. Beline bir kuşak, ayağına da ayakkabı verdi. Kâfiri donattı. Kâfire dedi ki: ‘Sizin hisarınızda yer var mıdır ki, kâfirler duymadan içeri girelim. Kimse bizi görmesin?’
Kâfir, ‘Ben sizi şöyle ileteyim ki kimse görmeden sizi hisara koyayım’ dedi.
çabuk birkaç sal daha yaptılar. Süleyman Paşa yetmiş-seksen yarar er aldı. Geceleyin deryayı (denizi) geçtiler. Bu kâfir, doğru çimbi Hisarı'nın bir ters dökecek yeri vardı. Bu Müslümanları oraya götürdü. Hemen oradan hisara girdiler. Kâfirlerin de çoğu dışarıda, bağlarında ve harmanlarındaydı. Zira ol vakit, harman vakti idi.
Elhasıl hisarı aldılar. Kâfirleri incitmediler. Belki kâfirlere dahi ihsanlar ettiler. İçinden bir kaç tanınmış kâfiri tuttular. Bu hisarın limanında gemiler vardı. O gemilere koydular. Karşıda oturan askere gönderdiler. Velhasıl o gün ikiyüz adam geçirdiler.
Ece Beg, hisarın atlarına bindi. Bolayır yanında Akça Liman derler bir liman vardı, oradaki gemileri yaktı. Oradan sürdü (at sürdü anlamında) yine hisarına geldi. Bu hisarın (çimpe Kalesi) limanında olan gemileri sakladılar. Durmadılar, adam geçirdiler.
Elhasıl askerlerin çoğunu yanlarına getirdiler. Bu kâfirlerden hiç kimseyi incitmediler, gönüllerini aldılar. (Esiri incitmeme vurgusuna dikkat). Onlar da kendilerini güvenlik içinde buldular. Kadınlarını da kendilerini de hoş tuttular. Kâfirlerin gemicilerini gemilere koydular. Kendileri başlarında durdular. Daha hayli adam geçirdiler. Bir iki gün içinde iki bin er geçirdiler. Bu kâfirler (çimbi kâfirleri) gaziler ile ittifak ettiler.
Yürüdüler. Bir gece Ayaslonca (Ayasilonya) derler bir hisar vardı, onu dahi aldılar. Ehl-i İslâm elinde hisar iki oldu. Bunun halkının dahi gönlünü hoş tuttular. Bu iki hisarı sağlamlaştırdılar. Hayli adamlar da Aydıncık'tan gemi ile geldiler. Süleyman Paşa: ‘Bu hisarlardan sipahi olan kâfirleri çıkarın, evleri ile Karesi (Balıkesir) iline iletin ki, bunlardan sonunda bize bir kötülük gelmeye’ dedi. öyle yapdılar.”
28 Mayıs Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerinin yıldönümüydü (1356). Bu münasebetle, hedefini belirlemiş, yüreğini hedefinin, emeğini de yüreğinin yanına koymuş dinamik bir kitlenin sayıca ve teknikçe yetersiz bile olsalar neler yapabildiklerini orijinal kaynaktan aktararak hatırlatmak istedim.
Biz neden yapamayalım?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.