Şerefü'lMekân bi'lMekîn
Eskiden okumuş insanlar mekteplerde ve medreselerde Arapça ve Farsça öğreniyorlardı. Onların zengin, derin, renkli, ahenkli, zarif Türkçeleri vardı. Mektep medrese görmüşler, konuşur ve yazarken sözün içine Arapça, Farsça vecizeler, beyitler, hikmetli sözler katarlardı.
Bazen kısaca "Selamet der kenarest" derlerdi, bazen beytin tamamını söylerlerdi:
Be-derya der menâfi bi-şumarest
Eger hahi selamet der kenarest
Eskilerden çok duyduğum hikmetli Arapça sözlerden biri "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn" idi, yani bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir...
İstanbul eskiden, bugünküne nispetle daha şerefli bir mekandı. Çünkü çok değerli, çok şerefli, çok yüksek insanlar yaşıyordu.
Bir kere ulema ve fukaha vardı.
Tarikat şeyhleri, mürşid-i kâmiller vardı.
Mazanne-i kiram vardı.
Meşihat-ı islamiyye makamında Şeyhülislam vardı.
Rical-ı devlet, vüzera, ekâbir vardı.
Koca koca müşirler, paşalar vardı.
Üdeba, şuara, beyefendiler, hanımefendiler vardı.
Bunların hepsinin üstünde Hakan-ı Osmaniyan ve Halife-i Rûy-i Zemin Padişah hazretleri vardı.
Sultan Abdülhamid-i Sanî hazretleri Yıldız sarayından Cuma selamlığına çıkarken arabasına Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'yı alırmış. Şimdi ne o Hünkâr var, ne o Gazi Paşa?
Gazi Osman Paşa, yaralı vaziyette Ruslara teslim olmak zorunda kaldığında Rus başkumandanı, onun masaya koyduğu kılıcını, tekrar kendisine uzatmış ve "Paşa hazretleri savaşlar böyledir, bir taraf galip gelir, bir taraf yenik düşer. Siz yenildiniz ama kılıcınızı şerefle taşımaya layıksınız" demiş. Hey gidi koca Osman paşa!
Eskiden İstanbul'da çok büyük tarikat şeyhleri varmış. Bunlardan biri Sultan Abdülhamid Han'ın mürşidi Şâzelî/Darkavî tarikati postnişini Muhammed Zâfir el-Medenî hazretleriydi.
Halkımıza okuma zevkini aşılayan üstad Ahmed Midhat efendi Beykoz'daki yalısına akşam yandan çarklı vapurla giderken, edebiyat ve kültür meraklıları etrafında halka olur, vapur aheste beste iskelelere uğrayarak Beykoz'a gelinceye kadar ne koyu sohbetler yapılırmış.
O eski değerli, şerefli, şereflendirici insanlardan biri İbnülemin Mahmud Kemal beyefendi idi. Yeri doldu mu?
Darülfünun hukuk fakültesi müderrislerinden Mardinî Zâde Ebulula beyi görenlerden duymuştum. Sarık ve cüppe ile ders verirmiş. İstanbul'da en düzgün sarık onunkisiymiş, kışın yakası samur kürk kaplı harika bir cüppe giyermiş.
Eski hat üstadları, eski musikişinaslar, bestekârlar, eski hafızlar, eski müezzinler... Hepsi beyaz atlara binip başka bir âleme göçtüler.
Bir Avrupalının Almanca kitabında Kelâmî dergahı şeyhi Erbilli Esad Efendi hazretlerinin Galata Köprüsü'nden Karaköy'e doğru yürürken alınmış fotografisini görmüştüm. Sarığı, cüppesi, şemlesi ile ne kadar güzel görünüyordu.
Edebiyat-ı Osmaniyede ateş redifli birkaç şiir var, Şeyh Galib de bu redifle bir gazel nazm etmiş. Lakin bunların en güzeli şehid-i mazlum Esad efendininkidir.
Ne mümkün bunca ateş ile şehid-i aşkı gasl etmek
Kefen ateş, cesed ateş, hem âb-ı hoş-güvar âteş
İstanbul'da konaklar varmış. Ramazan akşamlarında konakların kapıları açık durdurmuş. İsteyen girer ve sofraya otururmuş. Şimdi nerede o konaklar, nerede o cömert konak sahipleri.
Kapalı Çarşı sabah namazından sonra açılırmış. Çarşının şeyhi varmış. Müslüman esnaf Örücüler kapısı civarındaki küçük meydanda toplanırmış. Şeyh Efendi kısık sesiyle bir dua irad eder, gençlerden biri yüksek sesle tekrarlarmış: Önce Allah'a hamd ü sena, sonra Peygamber'e salat ü selam. Padişaha hayır dua... Ey Müslüman esnaf ve tüccar!.. Dükkanlarınıza, iş yerlerinize gidiniz ve helalinden rızk ve kazanç için çalışınız. Sakın ha!.. Müşteri kızıştırmak yok... Malın kusurunu söylemeden satmak yok...
Ah o eski İstanbul beyefendileri, ah eski hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar!..
Sarıklı ulema ve fukaha, tarikat taçlı şeyhler.
Ayasofya'dan okunan lâhutî ezanlar.
Galatasaray lisesinde sarığı ve cüppesiyle öğretmenlik yapan Hacı Zihni efendi.
Padişahların kılıç kuşanma merasimi Eyüb Sultan'da yapılırmış.
Kılıcı yeni Padişaha Konya Mevlevî dergahı postinişini Çelebi efendi hazretleri dua ile takarmış.
İstanbul'un mânevî vâlisi, mihmandar-ı Peygamberî Eba Eyyub el-Ensarî... O, İstanbul'u hâlâ şereflendiriyor. Ziyaretine giderseniz oradaki kalabalığa bakınız. Ne demek istediğimi anlarsınız.
O eski İstanbul'un görünen ve görünmeyen, bilinen ve gizli hazineleri şimdi kara topraklara girdiler. Kimisinin mezarı bile kalmadı.
Genç yaşında vefat eden Muallim Naci beyin Sultan Mahmud türbesi haziresindeki kabir taşındaki:
Hak-perdestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes Tevhid'den ayrılmadım Allah bir
beyti...
Yâveran-ı Hazret-i Şehriyarî...
Sâdıkan, âşıkan, vefalılar, mürüvvetliler, fütüvvetliler...
Fatih türbedarı Âmiş efendi bile tek başına büyük bir hazineymiş.
Uzun sikkelerine yeşil sarık sarmış Mevlevî şeyhleri, dervişan, mutriban... Segâh âyiniyle dönen zâkiran.
Tesettürlü İslam hanımefendileri.
Şerefü'l-mekân bi'l-mekin...
*(İkinci yazı)
Hes Hes Hes
Vatanın dağlı, vâdili, yamaçlı, dereli, ırmaklı, şelâleli yemyeşil bir bölgesinde yaşıyorsunuz. Çocukluğunuz, gençliğiniz, orta yaşlılığınız oralarda geçmiş. Ormanları, pınarları, küçük köprüleri, yamaçlardaki evleri hep tanıyorsunuz. Yazın yeşillik, kışın kar, minarelerde ezanlar, yer yer tarlalar, bahçeler, küçük göllerde balıklar, yeşil başlı ördekler, yabani hayat, tilkiler, ceylanlar, yazın otları hışır hışır yararak yavaş yavaş ilerleyen kaplumbağalar, zararsız yılanlar, kuşlar, çiçekler, kelebekler.
Çocukluğunuz, gençliğiniz, orta yaşlılığınız buralarda geçti. Buralarda ölmek istiyorsunuz. Dedelerinizin yattığı küçük mezarlığa gömülmek istiyorsunuz.
Hayat böyle sürerken korkunç bir haber geliyor. Can alıcı bir canavarın HES HES HES diye soluduğunu duyuyorsunuz. Pis dumanlar çıkartan korkunç makinalar, buldozerler, kepçeler geliyor. Vadiler, yeşillikler, dereler, göletler, yosun tutmuş antika köprüler, kuş yuvaları, ceylanlar, kaplumbağalar, düşe kalka çalışan eski değirmen, bütün o eski hatıralar yok olacak, yerine HES yapılacak.
Güzellikler gidecek ama birileri HES'lenecek.
HES'lerde birileri için iyi para var.
Yeşil ağaçlar, şırıl şırıl akan dereler, eski taş köprüler, kuşlar, ceylanlar, küçük bahçeler ve bostanlar kimin umurunda. HES HES HES...
Elveda porsuklar, tilkiler, kunduzlar, sincaplar...
Allahı zikr eden yeşilliklere elveda.
Elveda tabiat, elveda bütün o güzellikler, elveda bütün o harikalar...
Buldozerler, kepçeler HES HES HES diye soluyor öfkeyle.
Kırlangıçlar acı çığlıklar atarak uçuşuyor.
Çocukluğunuzun, gençliğinizin, orta yaşlılığınızın bütün hatıraları, bütün güzellikleri HES olacak.
Makinalar HES HES diyor, birileri HES HES diyor.
Benim evim, bahçem, tarlam, hatıralarım böyle HES'li bir yerde olsaydı ve HES HES HES diye soluyan korkunç makinelar gelseydi ne yapardım.
Ben de ağlaya ağlaya protesto ederdim.
Yaşlandım... Biber gazlarının ve copların darbeleri altında ben de yerlere yuvarlanırdım.
Peygamberimiz ne buyurmuş: Malını korurken öldürülen şehid olur.
HES'ler mimsiz medeniyeti, maddeyi, kabalığı, hoyratlığı, tabiî düzenin tahribini temsil ediyor.
HES'lerde üretilecek elektrik ile TV'ler seyr edilecek. Milyonlarca vatandaşın soluğunu tutarak takip ettiği dizinin 37'nci bölümündeki ateşli aşk sahnesinde yataktaki karı ile erkeğin arasında yastık yokmuş, gerçekten çiftleşmişler.
Seyreden çocuklar erken büluğa ermiş.
HES HES HES...
Eyvah!