Perdenin ardından (2)
Hafta sonunu "British-Turkish Tatlıdil Forumu"nun İngiltere'de, üniversite kenti Oxford'un neredeyse 60 kilometre dışındaki "Ditchley Park" veya "Ditchley House" malikânesinde düzenlediği iki günlük "Beyin fırtınası"nda geçirdiğimi yazdım dün.
Ve de o iki günlük toplantıda "Burada konuşulan burada kalır" ve de "Foruma katılan gazeteciler bir şeyler yazmak isterlerse asla isim veremezler" kuralının geçerli olduğundan söz ettim.
Kurallara uyarak, kesinlikle isim vermeden, izlenimlerimi aktarıyorum.
***
İlk yazımda, yani dün belirttiğim gibi, forum, ayrı salonlarda toplanan çalışma gruplarından oluşuyordu. Aynı anda iki mekânda bulunamayacağıma göre, ilgi duyduğum konuları tartışan grupları seçtim.
Benim katıldığım "Beyin fırtınası" toplantılarında şu konuları tartıştık: 1-Ortadoğu'daki ayaklanmalar. 2-Enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik. 3- Yirmibirinci yüzyılda savunma ve güvenlik.
Hepsi de birbirinden sıkı ve ağzınızı açabilmek için sepetinizde epey pamuk bulunması gerektiren konular.
Birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili bu üç oturumda tuttuğum notlardan satır başlarını aktarayım. Elbette görüş ve öneri sahiplerinin asla isimlerini açık etmeden. Buyurun:
Arap dünyası neredeyse 100 yıldır boyunduruğunu kırmaya çalışıyor. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasının sömürge çağı, İkinci Dünya Savaşı sonrasının da Soğuk Savaş dönemi Araplar'ı -kendilerine hükmeden monarşilerin ve diktatörlüklerin de etkisiyle- çağdışı bıraktı. Şimdi mesafeyi kapatmaya çalışıyorlar.
Sorun Araplar'ın sadece mesafeyi kapatmaları değil. Neredeyse 100 yıl boyunca "Askıya aldıkları" geleceklerini yakalama veya inşa etme kaygısı da "Arap Baharı"nın başlıca tetikleyicileri arasında sayılmalı.
"Arap Baharı"nı doğru okumak hayati önemli taşıyor: Arap dünyasının normalleşme çabasını, çağın zamanına ayak uydurmak, çağın ruhunu yakalamak için onurlu bir mücadele olarak görmemiz gerekir.
Türkiye, bu normalleşmenin, bu çağı yakalama sürecinin mümkün olduğunca sancısız olması için, ilk kıpırdanmaların uç vermesinden önce planlı ve bilinçli biçimde bir dizi girişimde bulundu. Bunu 4 ilke üstüne inşa etti: 1- Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri'yle Arap dünyasının mevcut yönetimlerini içten demokratikleştirmeyi denedi. 2- Karşılıklı bağımlılık projeleriyle gelecek ortaklığına yöneltmeyi denedi. 3- Herkese yarayacak güvenlik ortamını sağlama çabalarıyla aradaki kuşku buzdağlarını eritmeye uğraştı. 4- Çok kültürlü ortak yaşam atılımlarıyla farklılıkları zenginlik olarak görecek bir hoşgörü ortamının harcını karmaya çalıştı.
Bunu yaparken Türkiye, bir gerçeğin hep bilincinde oldu: Dünyada hegemonyalar çöküyor, tek kutupluluk bitiyor, bölgesel aktörlerin rolü ve sorumluluğu artıyor. Önemli bir bölgesel aktör olarak da Türkiye, omuzlarına yüklenen yeni sorumlulukların gereğini yerine getirmeye çalışıyor.
Türkiye bu yeni sorumlulukları omuzlarken iki olguyu göz önünde bulundurdu: 1-"Biz onca uzun deneyimimiz sayesinde Batı'yı çok iyi anlıyoruz. 2- Biz onca uzun ortak geçmişimiz sayesinde, Araplar'ı Batı'dan çok daha iyi anlıyoruz."
Hem Batı'yı anladığımıza, hem de Araplar'ı Batı'dan çok daha iyi bildiğimize ve anladığımıza göre, Arap coğrafyasının "Evrensel perspektifler"i yakalaması yolculuğunda en güvenilir rehber biz olabiliriz. Yani, Türkiye olabilir.
Nedir o "Evrensel perspektifler"? Siz bunları "Demokrasi", "İnsan hakları", "Hukukun üstünlüğü", "Laiklik" diye saymıyor musunuz? Evet, biz de bunların hepsinde sizinle mutabıkız. Ancak, İslam'a özgü duyarlılıkların göz önünde bulundurulması koşuluyla.
Bu duyarlılıklar göz önüne alınmazsa, Batı'nın pek de üstünde durmadığı, ama İslam coğrafyasını alt-üst edecek ve tetikleyeceği istikrarsızlıkla küresel güvenliği tehdit edebilecek "Mezhep savaşları" patlak verebilir. Bu tehlikeyi ancak İslam coğrafyasında yer alan ama Batı'nın değerlerini de paylaşan bir ülke önleyebilir ya da en azından mümkün olduğunca en aza indirebilir.
Yerim bitti ama listem uzayıp gidiyor. Bir yazı daha farz oldu. Devamı yarın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.