Pollack'tan geriye ne kaldı?
Geçtiğimiz hafta sinemanın önemli yönetmenlerinden Sydney Pollack 73 yaşında öldü. Pollack dünya sineması için özellikle 90'lara kadar, özellikle de 70'li yıllarda yönettiği filmlerle önemli bir isim oldu. 90'lardan itibaren yapımcı yönü daha çok ortaya çıktı ve önemli filmlere imza attı. Mesleğe oyuncu olarak başlamıştı, tam olarak hiçbir zaman oyunculuğu da elden bırakmadı. Son Kubrick filmi “Gözleri Tamamen Kapalı”da çizdiği ikircikli kötü karakterle bu alanda da kalıcı bir iz bırakmış oldu. Kariyeri boyunca Oscar'a en çok aday gösterilen isimlerden biri oldu. Nihayet “Benim Afrikam” filmiyle 7 dalda heykelciği alarak önemli bir başarı kazandı. İlk dönem filmlerinde Amerikan sistemine ve insanlara dayatılan hayat tarzına yönelik sarsıcı eleştiriler yöneltti ve sadece ülkesinde değil, dünyada da epeyce tartışma açtı.
Yönetmen Pollack'ın benim sinema dağarcığım içinde de vazgeçilmez iki filmi vardır. Bunlardan ilki Horace McCoy'un dünyaca ünlü romanından uyarladığı “Atları da Vururlar”, diğeri de sistem eleştirisini doruğa çıkardığı “Akbaba'nın üç Günü”...
Yazılarımda sık sık göndermeler yaptığım “Atları da Vururlar”, Amerika'daki büyük kriz yıllarında, vahşi kapitalizmin yoksulluğun pençesine düşmüş sıradan insanları nasıl birer oyuncak haline getirdiğini etkileyici bir dille anlatır. İçinde bulundukları yoksulluk cenderesini bir nebze kırabilmek adına çılgın bir dans maratonuna katılan insanların adım adım tükenişine şahit oluruz film boyunca. Düşenin kaybettiği bu yarış, isminin zengin dramatik çağrışımlarına uygun acı bir finale bağlanır. Muhtemel ki hatırladınız, bu yarışma biraz sulandırılmış bir versiyonuyla birkaç yıl önce ülkemizin bir televizyon kanalında da organize edilmişti. Esasen bu dramatik hikayeyi, “Biri Bizi Gözetliyor” ile başlayıp, şu sıralarda popüler olan “Var Mısın, Yok Musun”a kadar sıradan insanları bir gecede zengin-bir gecede meşhur etme parolasıyla umut satan bütün yarışmalarla özdeşleştirebilirsiniz. “Atları da Vururlar” milyonlarca insanımızın her gece izlediği, oysa bana çok dramatik gelen bu umut ticaretinin hikayesi aynı zamanda.
“Akbaba'nın üç Günü” ve bir yıl sonra çekilen Pakula filmi “Başkanın Bütün Adamları” ile birlikte henüz komplo teorilerinin gündelik hayatın bir parçası sayılmadığı yetmişlerin ortasında çekilmiş ve Amerikan sistemine gerçekten sıkı eleştiriler-sorgulamalar yönelten bir ileri adımdı Amerikan sineması için... CIA'in kirli çamaşırlarını ortaya döken, bu örtülü yapılanma içinde gizli işler çeviren daha örtülü birden çok oluşum olduğunu anlatan bu film Amerika'da bekleneceği üzere kıyametler koparmıştı. Oysa şimdi Hollywood her yıl bu temayı anlatan onlarca filmi vizyona sürüyor. Komplo teorilerini de, devletlerin içindeki gölge suç örgütlenmelerini de kanıksadık artık. Hakkını yemeyelim yine de, 75 yılı yapımı “Akbaba'nın üç Günü” devlet dediğimiz devasa aygıtı yeniden düşünmeye başlamamızda elbette büyük pay sahibiydi. Bugün de izlesek, ikibinli yılların Türkiye'si hakkında şaşılası birçok ders çıkarabileceğimize kuşku yok.
İki farklı türdeki bu iki kalıcı ve önemli film, öyle zannediyorum ki Pollack sinemasından bize kalan ve değerini yitirmeyecek hatıralardır. İzlemeyenler bu iki filmi en kısa zamanda bulup izlemeli diye düşünüyorum. Hiç şüpheniz olmasın, bugünleri daha iyi kavramak için birebir her ikisi de...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.