Yazarı anlamak
Enise Bircan yazıyor İstanbul’dan:
“Yazar olmak istiyorum, ama bir yazınızda o kadar girift bir yapıdan bahsettiniz ki, doğrusunu isterseniz ürktüm. Yazar için ‘Beyni kanayan insan’ dediniz. Bu kadar zor mudur gerçekten?”
Köşe yazarları için kullanmadım o ifadeyi, edebiyatçılar için kullandım. Zordur ve zorlayıcıdır, evet...
O kadar ki, bazen yüreği tıkanır yazarın, bazen de beyni yanar!..
Yorucudur, ama usandırmaz...
Çünkü aynı zamanda çok keyiflidir: Yazdıkça derin bir haz hissedersiniz. Bu da tüm zorlukları unutturur.
Yazarın istikrarsızlıkları, çelişkileri, bazen sinir küpü olması bu yüzdendir.
Yazarın bu halini “yazar” olmayanların anlaması zordur... Anlamazlar tarafından her gün acımasızca idam edilen fikirlerinin yerine, durup dinlenmeden ve her şeyi göze alarak yenilerini üretmek, çözümlenmesi kolay olmayan giriftlikte bir insan portresi çıkarır ortaya.
Çözdüğünüzü zannettiğiniz yerde yeniden karışır...
Anladığınızı düşünürken, hiçbir zaman anlayamayacağınızı fark edersiniz... Çünkü yazmak kaçmaktır bir bakıma!..
En başta kendi kendisinden, sonra da herkesten ve her şeyden kaçmak... O kadar ki, çoğu kez kaçmaktan yaşamaya fırsat kalmaz.
Sadece “yeni” bir şeyler ürettiğinde mutlu olur. Yazı, genel olarak, mutsuzluğun çocuğudur! Yazarın hırçınlıkları, çekilmezlikleri, savruklukları, olumsuzlukları hep mutsuzluklarına bağlıdır.
“Yazar” olmak, aynı zamanda “aykırı” ve “uyumsuz” olmaktır! Ötesi ise aşırı titizlik, aşırı hassasiyet ve gerginliktir.
Yerine göre dengesiz, biraz umursamaz, alabildiğine “deli”, sonsuz yalnız, zamansızdır, “yazar”!..
Ve kazanma ile kaybetme arasında git-gel kuran, ama aslında kazanmaya da, kaybetmeye de boş veren bir silahşordur aynı zamanda...
Bu yüzden o kendini yazmadıkça, kimse onu yazamaz!
Herkesi boğan derinlikler, yazarı soluklandırır. Herkesin yüreğini ferahlatan yükseklikler yazarın nefesini keser...
Dört duvar arasında otururken bile dünyayı dolaşır, yedi kat yerin altında ve yedi kat yerin üstünde cevelan eder...
Susmayan ve sınır tanımayan hayalleri, zaman olur yazarın yüreğinden tutup uzaya götürürler: Bir taraftan Samanyolu’nda sütlü kahvesini içerken, diğer taraftan okyanusların derinliklerinde balinalarla rakseder...
Yüreklere yüreğini yazar...
Zaten yürekten yüreğe yazılmayan yazı, kendini geleceğe taşıyamaz...
Ve yürekten yazılmayan yazı, kalıcı olmaz...
Öyleyse yazmanın ilk şartı, “yürekli olmak”tır.
İkinci şartı, yalnızlığı sevmektir.
Yazar, dünyasını taşımakta zorlanan adamdır aynı zamanda. Bu bağlamda her yazar duygu ve düşüncelerinin hamallığını da yapar.
Sizi biraz daha ürkütmüş olabilirim, Enise Hanım. Daha başlangıçta ürküp kaçan öyle çok yazar adayı gördüm ki... Onlar yazmayı bir serüven olarak algılamışlardı. Yazmanın yaşamak olduğunun farkında bile değillerdi.
Evet dostlar, yazmak yaşamaktır, tam anlamıyla.
Bir şey daha söyleyeyim mi?.. Edebiyat dünyasında korkaklarla ürkeklere yer yoktur; çünkü onlardan zaten bol miktarda mevcuttur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.