Nuh Mete Yüksel, bizden de özür dileyecek mi?
10 Kasım 1999’dan, 10 Kasım 2011’e... Aradan “12 yıl” geçmiş... Peki, “Atatürk’ün ölüm günü” olmasının dışında “10 Kasım”ın önemi ne?.. 10 Kasım, “benim için” de son derece önemli... Çünkü o gün, “6 günlük gözaltı”ndan kurtulduğum gündür.
Bilmeyenler için anlatayım:
Efendim, 4 Kasım 1999’da; o günlerde Hürriyet’te yazan Emin Çölaşan, bir yazı kaleme aldı... “Kim bu Hasan?” başlıklı bu yazıda; “Akit gazetesinde çalışan Hasan’lardan biri”nin; dönemin Anayasa Mahkemesi başkanlarından Yekta Güngör Özden’i “öldürtmek” için Kasım Gençyılmaz adlı bir “çete lideri” ile Tarabya Oteli’nde buluştuğunu ve bu “suikast” karşılığında, ona “2 milyon dolar” teklif ettiğini ancak Kasım Gençyılmaz’ın bu teklifi reddettiğini yazdı!..
Peki, “araştırmacı”(!) yazar Emin Çölaşan, bu iddiasını neye dayandırıyordu?..
Güya Kasım Gençyılmaz, kendi avukatına söylemiş, o da “Çölaşan’ın avukatı”na söylemiş!.. Avukat da, Çölaşan’a söylemiş!..
Yani, “miş, miş” de miş, miş!..
“BUNU SİZE YALATIRIZ!”
Çölaşan’ın bu yazısı üzerine, 5 Kasım 1999 tarihli Akit’in sürmanşetinde; “Bunu size yalatırız” başlıklı bir haber yayınlayıp, özetle dedik ki;
“Hürriyet ve onun küfürbaz yazarı Emin Çölaşan, 2 milyon dolar karşılığında Yekta Güngör Özden’in öldürtülmek istendiğini yazdı ve bu şerefsizliğe gazetemizin adını bulaştırdı.
Yazdıkları alçakça senaryoda, hapishanedeki bir çeteciyi kullananlar, hayasız saldırılarının hesabını adalet önünde verecek... Komploda adları geçenlerin yakasını asla bırakmayacağız.
Akit aleyhine hergün yeni bir şerefsizlik tezgâhlanıyor. Akit’i kendileri gibi devletten alınmış milyon dolarlarla oynuyor sanan reziller, bize şimdi de parayla adam öldürmek pisliğini bulaştırmaya yelteniyorlar.”
BEN, O GÜN YOKTUM Kİ!
İyi hoş da; Kasım Gençyılmaz adlı çete lideri(!) bu iddiasını neye dayandırıyordu?..
Emin Çölaşan, 4 Kasım tarihli yazısında, bu “hezeyan”ı, Gençyılmaz’ın ağzından şöyle yansıtıyordu:
“Akit gazetesinin baskına uğradığı 28 Ekim günkü televizyon görüntülerinde gördüğüm Hasan adlı SOYADINI HATIRLAMADIĞIM biri; 1997 yılında, Tarabya Oteli’nde bana 2 milyon dolar teklif etmişti!.. Yanında 2 İranlı vardı!.. Benim Yekta Güngör Özden’i öldürmemi istediler... Ama ben kabul etmedim. (...) Yekta Güngör Özden, eğer bugün yaşıyorsa, bunu bana borçludur!..”
Saçma da olsa, iddia buydu.
Ve bu hezeyan; “iddianın muhatabı” olan bana veya Hasan Hüseyin Maden arkadaşıma sorulmadan, Emin’in köşesine taşınıyordu...
Soruyordu köşesinde Emin Çölaşan:
“Kim bu Hasan?”
Yazının çıktığı 4 Kasım günü, bu satırları okuyup, gülmüştüm...
Düşüncem aynen şöyleydi:
“Kalem kavgasında bana yenik düşen Emin, artık çetelerden medet ummaya başladı... Belli ki; Minik Kuş’unda ses, ciğerinde nefes kalmamış!.. Acziyetini, çetelerin safsataları ile örtmeye çalışıyor!..”
Bu saçmalıkları kimsenin ciddiye almayacağını düşündükten 24 saat sonra, yani 5 Kasım günü saat 13.00’te bir başka “sürpriz”le karşılaştık...
Gazeteye geldiğimizde Terörle Mücadele Şubesi’nden 2 polisin beklediğini söyledi arkadaşlar.
Cuma namazını eda ettikten sonra, “İki Hasan” olarak, arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’le birlikte, gelenlerin otomobiline binip, Aksaray’daki Şube’ye gittik.
Bize söylenen şuydu:
“Şube’ye gidecek, fotoğraflarınızı çekecek ve o fotoğrafları Ankara’ya göndereceğiz, o kadar!”
Yani; bir-iki saat içinde geri döneceğiz!..
Meğer, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş... Bir müddet sonra açıkladılar gerçeği:
“Yüzleştirme için Ankara’ya gideceksiniz!”
Evet; “ibadet” ile geçirmeyi umduğumuz Miraç Gecesi’ni, “Ankara yolu”nda geçiriyoruz.
Ankara’dan bizi almaya gelen “5 kişilik ekip”le birlikte!..
Gidiyoruz gitmesine de; benim ve arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’in gözaltına alınmasını isteyen Savcı Bey; “Gençyılmaz’ın iddiaları”nı hiç mi araştırmaz?..
Öyle ya;
Akit’in, hem de “400 polis, 2 panzer ve keskin nişancılar eşliğinde basıldığı gün”, yani 28 Ekim günü ben gazetede yoktum ki!..
O gün “izinli”ydim!..
Dolayısıyla, “televizyonlarda görüntülerimin olması mümkün değil”di... Peki, “olmayan görüntüler”imi Kasım Gençyılmaz nerede gördü?!?..
Demek oluyor ki;
Ortada bir “tezgâh” var!..
Tezgâh, yani;
“Çete-Mete tezgâhı!”
GÖZLERİMİ BAĞLADILAR!
Uzatmayalım... Ankara’daki Terörle Mücadele Şubesi’nde, önce Hasan Hüseyin Maden’i, sonra da beni “sorgu”ya aldılar.
Beni sorguya götürürken “gözlerimi bağladılar” ve bir “kör” gibi yürüdüm...
“Çapraz sorgu”ya başladılar... Bir polis duruyor, öteki soruyordu... Sonra bir başkası!..
“Gözlerim bağlı” olduğu için, elbette hiçbirini göremiyordum... Ama, enteresandır; “Yekta Güngör Özden’e suikast iddiası” hariç, “herşeyi” sordular... “Kışlalı Cinayeti”nden tutun da, “GATA’da görevli Tuğgeneral Yalçın Işımer’in masonluk belgesini nereden elde ettiğime” kadar!.. “Aczmendiler”i de sordular, “İran’a gidip gitmediğimi” de!..
“Gözlerim bağlı” ya; kendimi “30 bin kişinin katili Apo” gibi hissettim... Malûm, Türkiye’ye getirirken, onun da gözlerini bağlamışlardı.
Dedim ki; “Burada Apo muamelesi görmek, çok ağırıma gidiyor!”
Dediler ki; “Burada görmen gerekmeyen insanlar var!”
Ne yalan söyleyeyim; o an gülmek geldi içimden... Az kalsın, şöyle diyecektim; “Görmem gerekmeyen insanlar arasında Emin Çölaşan da var mı?”
Öyle ya, o da “derin”lerden!..
TARABYA OTELİ NEREDE?
Daha sonraki “sorgu”larda şu soruya muhatap oldum;
“Tarabya Oteli’nde Kasım Gençyılmaz’la buluşup, ona 2 milyon dolar teklif ettin mi?”
Dedim ki;
“Ben, gününü işi ve evi arasında geçiren bir adamım... Tarabya Oteli nerededir, bilmem... Eğer Taksim ve Beyoğlu taraflarında ise, oradaki otellerde bir-iki iftar yemeğine katılmıştım!”
“Hayır” dediler;
“Tarabya Oteli Sarıyer’de!”
“Mümkün değil” dedim;
“Sarıyer taraflarına hiç gitmedim ki, Tarabya Oteli’nde pazarlık yapayım!.. Ne Tarabya Oteli’ni tanırım, ne de Kasım Gençyılmaz denilen adamı!”
Gülüştüler... Ama inandılar!..
Gerçekten de;
Tarabya Oteli’ne hiç gitmedim... Serbest kaldıktan sonra, bir arkadaşıma rica ettim, bu oteli uzaktan gösterdi bana!..
YÜZLEŞTİRME KOMEDİSİ!
“Sorgular” bittikten sonra, 8 Kasım günü Adliye’ye sevkettiler... “Yüzleştirme” yapacaklardı...
Şu hâle bakın;
Bu köşede “365 gün fotoğrafı yayınlanan” beni Kasım Gençyılmaz’a soracaklar, “Bu mu?” diye?..
O da; “Evet bu” diyecek!..
Bir adam ki; hem böyle bir “tezgâh”ın içinde yer alacak, hem de “gazetede 365 gün fotoğrafı yayınlanan” bir adamı tanımayacak!..
Hiç olacak şey mi?..
Gençyılmaz’ın; “Evet bu!” dememesi için, “salak, ahmak, aptal ve embesil” olması gerekir ki; böyle bir adama da, herhalde “rol” vermezlerdi!..
Derken, öğrendik ki;
Bir “tanık” varmış... Salona onu da getirdiler!.. Güya biz Gençyılmaz’la “pazarlık”(!) yaparken, o da hemen arkamızda bizi dinliyormuş!..
“Hadi” dediler, “teşhis et!”
“8 kişi” sıraya dizilmişiz!..
Aramızda “sivil polisler” var!..
Sordu Nuh Mete Yüksel;
“Otelde gördüğün adam hangisi?”
Tanık(!) parmağıyla “polislerden birini” işaret edip, “Bu” dedi!.. Nuh Mete Yüksel; “Emin misin?” diye sorunca, bu defa “diğer polis”i işaret etti!.. “Yüzleştirme komedisi” devam ediyordu... Nuh Mete yine sordu; “Gördüğün adamın bu olduğundan emin misin?”
“Tanık”(!) baltayı taşa vurduğunun farkına varmıştı... Herhalde şöyle düşündü: Madem “uzun”lar değil, bir de şu “kısa boylu”sunu deneyeyim... Dördüncü soruda “beni” işaret etti!..
Ve Nuh Mete kararını verdi:
“Gözaltı süresinin uzatılmasına!”
Sonradan gördüm ki;
Ertesi günkü Cumhuriyet, bu “yüzleştirme komedisi”ni, hem de “9 sütuna manşet”ten “Amerikanvari bir yüzleştirme oldu!.. Hasan Karakaya teşhis edildi” başlığıyla verdi... Rahmi Turan’ın Gözcü’sü ise, yine 9 sütuna “Hasan dehşeti” diye verdi haberi!..
Oysa, yaşanan tam bir komedi idi!..
Emin Çölaşan başta olmak üzere, birileri bir yerlerine kına yakarlarken, 3 gün daha kaldım gözaltında!..
Tek sevincim, arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’in serbest bırakılmasıydı... Öyle ya; bana “gözdağı” vermek isteyen birileri, onu da yakmak istemişti... Bereket ki, serbest bırakılmıştı.
OLAY KAPANDI, YARA KAPANMADI!
3 günün sonunda, yani 10 Kasım 1999 sabahı, erkenden yine Adliye’ye götürdüler...
“Atatürk’e saygı duruşu”nun ardından, Nuh Mete’nin karşısına çıktım... Söylediğim her şeye “Tabii, tabii haklısın” dedi ama “tutuklanmam” talebiyle mahkemeye sevketti... Mahkeme “serbest bırakılmama” karar verdi ama Nuh Mete, bir “üst mahkeme”ye müracaat edip, yine “tutuklama” istedi... Üst mahkeme de “tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmama” karar verince, serbest bırakıldım...
Sizin anlayacağınız;
“Çete-Mete tezgâhı” bozulmuştu!..
Daha sonra gittiğim “Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesi” de “beraat” kararı verince, olay kapandı!..
Olay kapandı ama;
“Yara” kapanmadı!..
Hayır, Nuh Mete’ye “beddua” etmedim... Sadece “Allah bildiği gibi yapsın” dedim... Yaptı da... Birkaç ay sonra; “Nuh Mete’nin bir kadınla aşna-fişneleri” yayınlandı gazetelerde!..
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “siyasi hayatını bitirmek” için, Merve Kavakçı’yı “linç” etmek için, Fethullah Gülen Hocaefendi’yi “sürgün” etmek için elinden gelen çabayı harcayan; bir zamanların “astığı astık, kestiği kestik” ünlü DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, görüntüleri yayınlanan “zina olayı”ndan sonra, bir yerlere “düz savcı” olarak atandı!..
“Karizma”sı çizildi,
“Fiyaka”sı bozuldu!..
Unutuldu gitti!..
BİZDEN DE ÖZÜR DİLE!
Peki, “artık esamesi bile okunmayan” bir adamı, 12 yıl sonra niye gündeme getirdim?..
Gündeme getirdim, çünkü; Nuh Mete Yüksel, bir “kitap” yazmış... “Nuh’un Gemisi” adını verdiği kitapta “anı”larını ve “itiraf”larını anlatmış!..
Kitabında demiş ki;
“Ben, Başbakan Sayın Recep Erdoğan’ı 159. Madde’den soruşturdum ama idamını istemedim... Yine de yanlışım varsa, özür diliyorum!”
Yüce Rabbim’e şükürler olsun ki;
Bugünleri de gördüm...
Düşünebiliyor musunuz; “28 Şubat Süreci”nde burnundan kıl aldırmayan bir adam, bugün “özür” diliyor!..
Ama, yetmez!..
Sadece Erdoğan’dan değil, “Akit”ten ve biz “Hasan”lardan da özür dilemelidir!..
Çünkü bize yaptığı “zulüm”dü, “manevi işkence” idi!.. Bizimle birlikte Merve Kavakçı’dan da, Fethullah Hocaefendi’den de özür dilemelidir!..
Hadi, “özür”den vazgeçtim;
Şu “Çete-Mete tezgâhı”nı bir açıklasın yeter!.. “Gözaltı”na alınmamızı “kim” veya “kimler” istedi, “senaryo”yu kim yazdı, bu “tezgâh”ı kim hazırladı, hiç olmazsa onu açıklasın!..
Haa, şunu da söyleyeyim:
“Yüzleştirme” yaptırmak için “buldurttuğu” o “tanık” var ya, daha sonra cezaevinden bana gönderdiği “2 ayrı mektup”ta; “Hakkını helâl et ağabey” dedi, “Bir oyuna alet oldum, hakkını helâl et!”
Sahi be, Nuh Mete Bey;
Bu “oyun” nasıl bir oyundu?.. Bu oyunun, “kim, neresinde” idi?.. Siz neresindeydiniz, Kasım Gençyılmaz ve Emin Çölaşan neresindeydi?.. Kısacası, “bizi susturmak” isteyen kimlerdi?..
Akit’ten ve “Hasan’lar”dan ya “özür” dileyeceksin, ya da “Çete-Mete tezgâhı”nın perde arkasını açıklayacaksın!.. Aksi halde, kıyamet günü, iki elimiz yakanda olacak!.. O zaman, biz hesap soracağız senden!..
İstersen “kıyamet”e bırakma şu işi!..
En yakın zamanda ya “özür” dile, ya “tezgâh”ı açıkla!..
Cevabını bekliyorum!..
Belge değil, söz sahte!
Deniz Baykal’dan “Ergenekon avukatlığı”nı devralan Kemal Kılıçdaroğlu, önceki gün “Silivri Cezaevi”ne gidip, Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ı ziyaret etti.
Çıkışta da; “Adalet Bakanlığı’nın, AİHM’e sahte belgeler gönderip, Haberal’ı içeride tuttuğunu” iddia etti... Ve dedi ki; “Bir mahkemeye sahte belge göndermek, Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışmaz!”
Peki, AİHM’e gönderilen belgelerin “sahte” olduğunu Kılıçdaroğlu nereden biliyor?..
Dahası, o belgelerin “sahte” olduğuna dair, elinde bir “belge” var mı?..
Anlaşıldı ki; Bay Kılıçdaroğlu, her zaman yaptığı gibi, yine “çamur” atmış ama, elinde “belge” yok!..
Dün, bu konu CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Birgül Ayman Güler’e sorulmuş; “Belgelerin sahteliğine dair bir belgeniz var mı?”
Birgül Hanım, itiraf etmiş; “Sayın Kılıçdaroğlu’nun böyle bir açıklamayı belgeli yapması için hazırlık yapmak lâzımdı ama zaman yoktu!.. Sayın Genel Başkan, bu iddiayı dile getirmemeyi tercih edebilirdi ama etmedi!”
Düşünebiliyor musunuz; Bay Kılıçdaroğlu, ortaya bir “iddia” atıyor ama elinde “belge” yok!..
Yani, Bay Kılıçdaroğlu’nun bir iddiası daha “fos” çıktı...
Hani, “insan” olanın “yüzü kızarır” ama, Bay Kılıçdaroğlu, aramızda hâlâ “CHP Genel Başkanı” olarak dolaşıyor!..
CHP’nin “düşen seviye”si, beni gerçekten de üzüyor!..