'Linç'in lüzûmu yok!

'Linç'in lüzûmu yok!

Biz Hakkı Devrim'i iyi bilirdik; tanışıklığımız bir telefon muhaveresinden ibaretti. Geçenlerde duydum, gazetesindeki işine son verilmiş.


Samimi olarak üzüldüm, velâkin hiçbir mahkeme, hiçbir kadıya mülk değil; hele basın dünyasında yılların beraberliğine dayandığı için yıkılmaz gibi görünen kıdemiyetlerin, aslında su kabarcığı kadar metâneti vardır. Belki de bu hâdisenin tesiriyle olsa gerek bir bayram gecesi katıldığı televizyon programında -hakikaten- maksadını aşan birtakım elfâz-ı galât sarfında bulunmuş. Kayıtları bulup 20 dakikalık kısmını seyrettim. "Söylediğine, söyleyeceğine pişman oldu" tâbiri vardır ya; aynen öyle bir hâl. Sohbet esnasında hani, herkes birbirinin ağzından lâf alarak bir şeyler söylemeye çalışır, biraz da "Biz de bu meselelerden anlarız; bizim ol fende çok tahkîkımız itkaanımız vardır" makaamından ortalığa atılır ya, işte öyle bir durum. Nitekim hemen kırdığı potu fark edip tamire çalıştı ama karşısında çetin ceviz bir Yaşar Nuri Hoca vardı, affetmedi ve söylenmesi lâzım gelenleri söyledi, mesele bitti.

Hayır bitmemiş; ne sebb ü şetmler, ne tekfîrler!

Hayır, linç psikolojisine kapılmanın mânâsı yok. Sebebi uzaktan ne kadar haklı ve isâbetli görünürse görünsün "linç", faaliyete katılanlar açısından insânî sorumlulukların tükenip iflâs ettiği noktadır. Konuyu biraz uzatacağım çünkü, sosyal medya icad olunalıberi gençlerin çoğu kolayca, "âlem diyor ben de öyle diyorum" sorumsuzluğuna sığınarak, tek başına iken tasvib etmeyecekleri şeyleri söylüyor ve yapıyorlar. Kaddafi'nin öldürülmesindeki üslûbu hatırlayınız, yargılansa kerrât ile mahkûm edilecek biriydi ama birbirinden cesaret ve yüz bularak onu linç edenlerin sergilediği vahşet, insaf sahiplerinin içinde bir yeri incitti.

Kulağınızda küpe kalsın, nerede "Vurunuz" çığlığı duyarsanız durunuz ve bir adım geriye çekilip düşününüz.

Danimarka'da birkaç edepsizin çiziktirdiği kötü niyetli, hakaret ihtivâ eden karikatürler meselesini de hatırlamanın yeridir. Elbette tepki gösterdik, elbette infiâl gösterdik ama işi, "gidip ol densizlerin başını alalım; bu hakaret yerde kalmaz" kertesine götürmek isteyenler çıktı hemen. Adamcağızların estetik seviyesi ve karikatür zekâlarıyla kıyaslandığında, neredeyse karikatür nobeli gibi iltifatkârâne bir jestti bu abartılı tepkiler. Takbih edersiniz, memnun olmadığınızı gösterirsiniz ama tepkide fart-ı gayret gösterirseniz zıddına inkılâb eder. Canı her sıkılan, en azından İslâm âleminde uyandırdığı öfkeyi, kendi camiasının gözünün içine tıkarak, "bakın ben ne kadar önemli adam ve sanatçıyım" parsası toplamaya başlar; nitekim Salman Rüşti olacak herîf-i nâ şerîf, Müslümanların öfkesini ustaca "sağarak" Batı dünyasında okuyucu ve itibar kazanmamış mıdır?

Teşbih etmiyorum; Hakkı Devrim'in, "dine dahledeyim de, yeni patronum her kim olacaksa onun dikkatini çekeyim" cinsinden ucuz ve fakat hayli geçerli bir pazarlama taktiğine itibar ettiği kanaatinde değilim. Yukarda izah ettim; belki bunca yıllık gazetesinde işinden olmanın verdiği buruklukla biraz münfâil olmuş, o tatsız hâletle konuşmuş olabilir. Buna eski dilde sürç-i lisân derler; bazen sözün nereye gideceğini pekâlâ fark edebileceğiniz halde lâf ağızdan çıkar, size hükümrân olur. Bu öyle bir durum bana kalırsa. Bir yerde Peygamberimiz'den bahsederken sadece ismiyle hitab ettiği vâki ise de kendi bileceği iştir. Böyle şeyleri hoş karşılamayız, nezaketsizliktir ve Hakkı Devrim bu kadarcığını elbette bilir; böyle tesmiyede ısrar edeni de sevmeyiz, selâmı keseriz ve gıyâbında duyduğumuz hürmeti iptâl ederiz.

Bunlar artık alışageldiğimiz televizyon skandallarından bir fasıldır. Medenî tepkiyi gösterip, meseleyi şirâzeden çıkarmamak gerek; esasen Yaşar Nuri Hoca sağolsun, İslâmî âdâb ve nezaket çerçevesinde lâzım geleni söyleyerek, özellikle böyle programlara meraklı genç nesillere güzel bir örneklik göstermiştir.

Kızarız, eleştiririz bazen ama burun yüzden düşmez; son naklen yayın ince ve kibar "ders"iyle gönülleri fethetmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi