“Evrim”den “Devrim”e
Hakkı Devrim, Okan Bayülgen’in programında Peygamber Efendimiz için “Kabile Şefi”, Kur’an-ı Kerim için “Muhammed’in sözleri” deyince, tepki almış...
Tepki gösterenler elbette haklıdır ve bu tür saygısızlıklara tepki göstermek her Müslümanın görevidir. Ne var ki, biraz da işin kökenine inmek gerekiyor...
Zira bu yaklaşım Hakkı Devrim’in yaklaşımı değil, bir devre damgasını vuran zihniyetin yaklaşımıdır. Hakkı Devrim o devrin tortularını yaşayan ve taşıyan insandır. Bir zamanlar liselerde okutulan kitaplarda bu iddialardan beter iddialara yer verilmiş, nesillerin dinsizleştirilmesi için ders kitaplarında inkâr fırtınaları estirilmiştir.
Kişi okuduklarından bağımsız değildir... Düşünceler kişinin belli yaşlarda aldığı telkinlerle şekillenir... Yani bir bakıma Hakkı Devrim, uzunca bir dönem eğitim sistemine hâkim olan zihniyetin pek çok kurbanından yalnızca biridir.
En büyük suçu, vaktiyle kendisine okutulan hezeyanları, yaşadığı hayatın imbiğinden geçirip analiz etmemesi, başka eserler ve yaklaşımlar ışığında tashihe (düzeltme) tabi tutmamasıdır.
Bir “aydın” için çok büyük eksiklik... Büyük hata, büyük günah, büyük ayıp...
Şimdi gelin bu “gaf”ın kökenine inelim. Bunun için, “Maarif Vekilliği Talim ve Terbiye Heyetinin 12.6.1932 tarih ve 11 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiş ve Neşriyat Müdürlüğü’nün 83-5878 sayılı ve 19.7.1941 tarihli emriyle üçüncü defa basılmış” olan “Tarih II” isimli ders kitabının (lise) “Kur’an nedir?” başlıklı bölümüne bakmamız yeter...
Kur’an şöyle tarif ediliyor: “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’ân denir...”
Hakkı Devrim’in dediği de budur. Şuuraltına yerleştirilmiş “hezeyan”ı boş bulunduğu bir anda seslendirivermiştir.
Aynı kitap, vahyi bütünüyle inkâr etmek için, “Vahiy, ilham fikri Muhammed’ten evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün ibtidaî kavimler gibi, Araplar da şâirlerin, akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı; bu kuvvetler Araplar için cinlerdi” diyerek Efendimiz’e “müneccim=cinci” demeye çalışıyor. Hatırlayın: Cahiliye dönemi “müşrikler”i de benzer iddialar öne sürerlerdi.
Ürpere ürpere okuyalım: “Cinler gûyâ, kâhinlere gayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan’da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed bile cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır...” (Tarih II, s. 90-91).
Kâbeyi “tavla zarı”na benzeten zihniyetten başka ne beklenir ki zaten?
Aynı kitabın Kâbe’yi tarif edişine bakın: “Kâbe; mikâp yâni tavla zarı şeklinde demektir. Filhakika Kâbe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı da bilinmiyor. Arap an’anesi Kâbe’nin inşasını İbrahim Peygambere atfetmektedir.” (Bunu Arap an’anesi değil, doğrudan Kur’ân-ı Kerim söylüyor).
Gerçek Peygamber-i Zişan’ı böylece karaladıktan sonra, sıra “Yalancı Peygamber Müseylime”yi övmeye geliyor:
Adı geçen ders kitabını yazanların ve onaylayanların Müseylime hakkında hükmü şu: “Hakikatte Müseylime de kıymetsiz sayılmayacak ahlâkî ve dinî bir mezhep ortaya koymuştur.” (Sayfa : 112).
Ruhumuzu derinden ürperten, tüylerimizi diken diken eden bu görüşlerin, dinî eğitimin yasaklandığı bir devirde bütünüyle alternatifsiz olarak liselerde okutulduğunu da hatırlarsak, facianın çapını kestirebiliriz.
Çok şükür, bu hezeyanlardan geriye kala kala birkaç Hakkı Devrim kaldı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.