Alaton’un hatırlattıklarından Dersim’e
Devlet-birey ilişkisinde hak ve özgürlüklerler alanının nasıl devletten yana ve devletin toplum içerisindeki uzantıları kabul edilebilecek “iyi çocuklar” tarafından kullanıldığından söz ediyorduk... Geçtiğimiz günlerde başörtülü bir kızın 10 Kasım matem seremonisinde karşılaştığı taarruz bu alışılagelmiş özgürlük alanı kullanımının bir örneğiydi mesela.
Ne olmuştu? Başörtülü bir kızın törene katıldığını gören laik kadın kızcağıza saldırmış, ona “Senin buradan gitmeni istiyorum” demişti. Bunu, içinde yaşadığı ulus devletin vatandaşlarının belli bir zümresine onyıllar boyunca sağladığı imtiyazlar çerçevesinde yapmıştı.
Kızın oradan gitmesini istiyordu ve bu istek bir emir komuta zinciri gibi algılanmalı, kız buna boyun eğmeliydi. Çünkü o kadın ve o kız devlet birey ilişkisinde devlete aynı mesafede değildi, devlet baba tarafından görecekleri muamele de aynı olamazdı. Devlet ikincisini nasıl dışlıyorsa, yani devlet bu kızın bir yerlerden gitmesini nasıl istiyorsa ve bunu uygulattırmakta da nasıl muvaffak oluyorsa, yani bu kızı okuldan, garnizondan, hastaneden, sürücü kursundan, kütüphaneden, mahkeme salonundan nasıl çıkartabiliyorsa, bu devletin toplumsal uzantısı olan kemalist kadın da aynı talepleri kendi ile eşit haklara sahip olduğu düşünülen bir başka bireyden talep edebiliyordu. Talebinin de hemen karşılık bulmasını istiyordu: “Senin buradan gitmeni istiyorum” emri, talepten de öte bir katılık ve özgüvenle -ki bu devlete sırtını dayamışlıkla gelen bir küstahlığın tezahürüydü- hemen karşılık bulmalıydı. Bu monolog yani tek yönlü olarak yapılan konuşma -diyalog kelimesini özellikle kullanmıyorum burada zira o kemalist kadın ve o başı örtülü kız arasında geçen ikili bir konuşma değil şahid olduğumuz, birincisi ikincisine konuşuyor yani karşılıklı değil tek taraflı bir konuşma bu- Türkiye ulus devletinin bireyler arasında nasıl bir hiyerarşi oluşturduğunun, bu altlı üstlü yapılanmanın günlük hayata nasıl yansıdığının da bir örneği...
Gelelim devlet-birey ilişkisinde hak ve özgürlük konusunda gelişen ikinci bir sorunsala. Bu konunun, İshak Alaton’un geçenlerde sarfettiği sözlerin örneklik teşkil ettiği kısmı.
Konu Varlık Vergisi. Bu vergi İnönü döneminin simgelerinden biri olarak Türkiye tarihinde yerini almıştır. 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı kanunla bu verginin sisteme girmesiyle ülkede yaşayan müslüman olmayan vatandaşlar vergiyi ödemeye mecbur bırakılmış aksi takdirde ülkeden ihraç edilmişlerdir.
Yasa 15 Mart 1944’e kadar yani iki seneye yakın bir süre yürürlükte kalmıştır.
Faik Ahmet Barutçu’nun kaleme aldığı ve Milliyet Yayınlarından çıkan Siyasi Anılar isimli eserin 263. sayfasında naklettiğine göre dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu CHP’nin basına kapalı olarak yapılan grup toplantısında yaptığı konuşmada bu kanunun önemine atfen “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur” demiş ve eklemiştir: “Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” Dönemin İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte’nin kendi anılarında naklettiğine göre tahsil edilen vergilerin yüzde 87’si gayrimüslimlere aitti. Varlık Vergisi uygulaması sonucunda özellikle İstanbul’da birçok taşınmaz mal el değiştirdi. Yine Faik Ökte’den öğrendiğimize göre vergi borcu karşılığı olarak müslüman olmayan vatandaşların satılan mallarının yüzde 67’si müslüman olan Türklere, yüzde 30’u da resmi kurum ve kuruluşlara devredildi. Konu ile ilgili benzer bilgilere Ayhan Aktar’a ait Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İletişim Yayınları) adlı kitabında da rastlayabilirsiniz.
İnşaallah devam edeceğiz...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.