Şefkatli misiniz?
Van depremiyle bir hareketlendik, bir ayağa kalktık, büyük bir sorumluluk ve derin bir kardeşlik duygusu içinde bir sahiplendik ki bölge insanını, bu tutum sonsuza kadar devam edecek sandım.
Ama öyle olmadı. Hızla kendi gündemimize dönüp dünyamızı kendimizle tepeleme doldurduk.
Biz böyle bir esip bir gürleyip ardından durulmazdık. Bize ihtiyaç kalmayıncaya kadar yardımlarımızı sürdürürdük. Garibanlarla sarsılır, yoksullarla aç kalır, çocuklarla üşürdük.
Yani tam anlamıyla birer hayır ve hasenat insanıydık. Sadaka vermeyi âdeta farz telâkki eder, cebimizdeki her kuruşta fakirin hakkının da bulunduğu düşüncesiyle cebimizdekileri fakir fukarayla bölüşürdük.
Lüks, ihtişam, gösteriş, tantana, tepeden bakma gibi dünyevî zaaflardan sıyrılmış, Mahkeme-i Kübrada hesap verme inancı içinde kula dönüşmüştük.
Dünyamız fani lezzetlere değil, ebedî saadete dönüktü. Ne yaparsan elinle, o gelir seninle atasözüne uygun olarak hayır hasenata öncelik verir, geçimimizi şöyle-böyle sağlayacak kadar miktarı kendi maişetimiz için ayırır, gerisini fakir-fukaraya dağıtırdık.
İşte bu yüzden Osmanlı toplumunda ne fakire, ne de dilenciye rastlanırdı. Bu durum, o devirde dilencisi ve fukarası bol bir ülkeden gelen meşhur Fransız gezgin Du Loirın dikkatini çekmiş, 1654de Pariste yayınladığı değerli seyahatnamesinin 191. sayfasına kaydetmişti: Türkiyede dilenci nadir görülür. Fransada herkesi bunaltan tembel dilencilerin Türkiyede kimseyi taciz etmesine imkân yoktur.
Bu paylaşımın kaynağı hiç kuşkusuz Allahın infak emri ile Resulüllahın bu konuda gösterdiği dikkat ve hassasiyetti. Zaten Osmanlı, Devr-i Saadeti en doğru biçimde hayatına yansıtan bir toplumsal yapı geliştirmişti. Toplumun öncüsü doğrudan doğruya Peygamber-i Âlişan Efendimizdi.
Bu yüzden Osmanlı toplumu, sözün tam mânâsıyla bir sevgi, şefkat ve yardım toplumuydu. Devlet, hayrat ve hasenat devleti, insan hayrat ve hasenat insanıydı. Komşu açken tok uyumayı Peygamber dergâhından kovulma anlamına alır ve çevresine elinden gelen her türlü yardımı yapardı.
Eski zengin Müslümanlar, oturdukları muhitin malî durumuna uygun bir hayat tarzını tercih ederlerdi. Gösterişe kaçmazlardı...
Diyelim ki Fatihde yaşayan varlıklı bir Müslümanın yediği, giydiği genelde Fatihlilerin yediğinden, giydiğinden çok az farklıydı...
Bu farkı da çevrelerindeki fakirleri doyurarak, muhtaçlara yardım eli uzatarak (özellikle Ramazan ayında devlet önderlerinin konakları sabaha kadar açık olur, isteyen yer içer, üstüne bir de diş kirası alırdı) kapatırlardı.
Selâtin camilerinin bir köşesinde bulunan Sadaka Taşına zenginler, özellikle kutsal gecelerde sadakalarını bırakır, fakirler gece yarısı sonrasında aynı taşı ziyaret edip, kimseye gözükmeden ihtiyaçları kadarını alırlardı. Ne veren alanı tanırdı, ne alan vereni. Böylece kimse kimsenin minneti altına girmezdi.
Vakıf anlayış sistemleşmiş, tüm devlet ve millet neredeyse vakıf devlet, vakıf millet statüsü kazanmıştı...
Borçtan dolayı cezaevine düşen birinin borçlarını mahalleli ödemek suretiyle onu kurtarır, kışın kömürsüz kalanlara ismi meçhul bir zengin kömür gönderir, mahalle bakkalının borç defteri (zimem defteri), belli bir sayfadan belli bir sayfaya kadar ödenirdi.
Batılılaştık ya, artık Her koyun kendi bacağından asılıyor.
Ama Van hâlâ yardım bekliyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.