Şu “Bizim Ağa”lar…
Benim çocukluğumda “saltanat” yoktu elbette, sadece saltanat süren “Halkçı önderler” vardı…
Siyasi, ekonomik tüm hayata onlar hâkimdi. Her şey onların kontrolündeydi. Her şey onlardan sorulurdu.
Bu yüzden herkes onlara kısaca “Ağa” derdi...
Yalnız “ağa” olsalar neyse, aynı zamanda onlar “paşa” idiler, “bey” idiler, her şey idiler...
Belediye Reisi onlardan, Şube Reisi onlardan, Kaymakam onlardan, Kumandan onlardandı. İsterlerse "ipten adam alır", ya da istediklerini ipe gönderirlerdi! (Böyle bilinirdi).
Kıyafetleri ile de halktan farklıydılar: Başlarında geniş kenarlı fötr şapka, ayaklarında her adımda gıcırdayan iskarpin, boyunlarında lâcivert kravat, sırtlarında takım elbise…
Görüntüleri bile “Ağa” görüntüsüydü. Kendi seviyelerinde olmayana selam vermez, hattâ kasketlilerin selâmını lütfedip almazlardı.
Havaları, tam da, “Küçük dağlar benden sorulur” havasıydı.
Bu “bizimkiler”e benzemez “adam”lara ilçede rastladıkça meraklanır, merakımı yenmek için anneme sorardım: “Kim bu?”
Rahmetlinin suratı buruşur, duygularını sesine gömüp fısıldardı: “Ağa.”
“Ağa ne demek?”
“Bunlar gibisi demek.”
“Niye korkutucu bakıyorlar?”
“çünkü bizi korkutmak istiyorlar.”
O günlerde “Halkçı önder”leri herkesin sayması mecburiydi, ama sevmesi mecburi değildi—henüz gönüllere hükmedemiyorlardı.
Bütün ilçe otelleriyle, dükkânlarıyla, arsalarıyla, kahvehaneleriyle, biraz biraz da insanlarıyla onların tapusuz malıydı.
İnsanların bile onların malı olduğu tespiti ilk bakışta abartı gibi görünür, ama değil. Diyelim ki ağalardan birinin işi çıktı. Adama ihtiyacı var. Derhal civar köylerden rahatça görülebilecek yüksekçe bir tepeye beyaz bir çarşaf astırırdı. Bu köylüye bir işaretti. Bu işaret "Yarın imecem var, gelmezseniz siz bilirsiniz" demeye gelirdi.
Köylü bu çağrıya katılmak zorundaydı. "Ağaların işinden bana ne?" diyen biterdi! İlçede, ilde ve Başkentte, hepsi de yüksek yüksek yerlerde tanıdıkları vardı. Bu yüzden canları ne isterse yaparlardı.
“Hak-hukuk” diyecekseniz, demeyin! O düzen "Hak değirmende olur" felsefesinin egemen olduğu bir düzendi. Böyle bir düzende güçlü olan haklı sayılıyordu.
Kısacası ağalarla yardakçıları ve çömezleri her daim haklıydılar! (öyle değil mi yani?).
Bir yatsı vakti onlardan birini evimde görünce çok şaşırmıştım. Babamla derin mevzulardan konuşuyorlardı. Ağa telaşlı görünüyordu. Acaba ne olmuştu?
Bir ara sesini adamakıllı yükseltti: “Bak Yusuf Reyiz” (Reis) dedi, “İsmet Paşa’mızın kırk oyunundan bir oyun bu, yoksa kurup bugünlere getirdiği devletini Demokratlara (Demokrat Parti’yi kasdettiğini çok sonra anladım) peşkeş (bu kelimeyi “peşkir” yani havlu şeklinde anlamış, bir mana verememiştim) çekmez. Muhaliflerini iyice tanımak için seçim oyunu yapıyor. Zinhar kanmayasız. Bir kanar da Demokratlara rey atarsanız, vallahi mimlenirsiniz.”
Babamın çok umurundaydı sanki mimlenmek! Ağa gittikten sonra, babama onun kim olduğunu sordum.
Annemciğim gibi o da “Ağa işte” deyip geçmedi. “Halkçı önderlerden” dedi, “İsmet Paşa’cı. Bizden rey istemeye geldi.”
Sevindim. Fakirliğin, yokluğun, kıtlığın, açlığın kol gezdiği Halk Partisi dünyasında, hâlâ verebileceğimiz bir şeylerimizin olmasına için için sevinmiştim.
“Verecek miyiz?” diye sordum.
Başını iki yana salladı: “Açlığa, yokluğa, yoksulluğa, ezansızlığa, Kur’an’sızlığa rey-mey yok” dedi.
Babam, şimdiki zamanın tatlı su aydınlarının hayranlık duyduğu ve dönmek istediği 1950 öncesini tek cümlede özetlemişti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.